Bir Kadirbilmezlik Cenneti Olarak Türkiye ve Çağdaş Türk Mimarisi

Son dönemde kamuoyunu çok meşgul eden yapılar oldu; AKM, TBMM Camii ve İller Bankası. Üçü için de yıkım kararı var. Çağdaş Türk Mimarlık örneklerinin öncülerinden bu kült yapılar gündemden düşmüyor. Ekonominin lokomotifinin inşaat olduğu ülkemizde, mimarinin önemi ve değeri hep geri plana atılıyor. Prof.Uğur Tanyeli ile çağdaş Türk mimarisini konuştuk.

Son dönemde başta mimarlık âlemi olmak üzere kamuoyunu çok meşgul eden yapılar oldu; Akıllara ilk gelenleri AKM, TBMM Camii ve İller Bankası yapıları. Üçü için de yıkım kararı var. Elbette AKM’nin durumu farklı; yıkılıp aynı cephe ile genişletilerek yeniden yapılacak ve bu ay Tabanlıoğlu ile İstanbulArtNews için yaptığımız söyleşide detaylıca yer vermiş olduk. Daha evvelden de TBMM Camii ve İller Bankası ile ilgili uzman görüşlerini tarihçeleri ile vermiştik. Çağdaş Türk Mimarlık örneklerinin öncülerinden olan bu yapılar ve beraberindeki kült yapılar gündemden düşmüyor. Her siyasi çıkışın sonunda yeni bir yatırım projesinden bahsedildiği ve ekonominin lokomotifinin inşaat olduğu ülkemizde, mimarlığın aslında ne denli önemli olduğu aslında hep geri plana atılıyor. Aslında gelinen noktada Çağdaş Türk Mimarlığı’nın öneminin az vurgulandığı aşikar. Bu bağlamda konuyu mimarlık tarihi konusunda uzman Prof.Uğur Tanyeli ile konuştuk. Çağdaş Türk Mimarlığı denilince akla hangi mimarların ve hangi yapıların gelebileceğini tarihleri ile birlikte güncel bilgiler vererek kendi bakış açısı ile anlattı.

Öncelikle size şunu sormak isterim: Sizce çağdaş Türkiye mimarlığının dönemleri var mıdır?

Çağdaş Türkiye mimarlığının veya 20. ve 21. yüzyıl Türkiye mimarlığının dönemleri kuşkusuz var. Ancak, bugüne kadar alışılagelmiş olan dönemlemeye hem kronolojik olarak, hem de ima ettikleri ve dayandığı parametreler bağlamında katılmam zor. Geçmişte ben de onları kullanıyordum ama artık aynı kanıda değilim. Örneğin “milli” diye adlandırılmış 1900-1930 aralığını sadece ulusalcılık ekseninde tanımlamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. O aralığın çoğulcu bir değişim aralığı olarak nitelenmesi daha doğru olur. Aynı aralıkta ulusalcı denemeyecek pek çok mimari ürün var. 1930-1940 arasının “modernist” olduğuna da itirazlarım var. Bina cephelerinde bezemeye yer vermeyen örneklere rastlanıyor diye bir dönemi modernist saymak anlamlı olmaz. Kısacası, başka dönemlemeler yapmaya ve özellikle de aynı zaman aralığındaki farklı yönelimleri eşdeğer olarak tartışmaya ihtiyacımız var. Sözgelimi, 1900-1980 arasını mimarlık düşüncesi bağlamında ulusalcı eğilimleri güçlü ve hatta zenofobik (yabancı düşmanı) bir dönem sayabiliriz. Ancak, aynı aralıkta mimarlık düşünürken ulusalcı bir dille konuşanlar, tasarlar ve inşa ederken zaman zaman güçlü Avrupa ve ABD etkileri altında ürünler verebilirler. Buna karşılık, neredeyse sürekli olarak “bize ait” konutlar yapılması gereğinden söz edilen, yapılmadığından yakınılan 1990’lara kadarki dönemde konut planlaması alanında “yerli” şemalar zaten ağırlıklı olmuştur. 1990’lardan bu yana ise konutlarda gelişmiş ülkelerde de kullanılan plan düzenleri ve mekan organizasyonları ağırlık kazanmış gözüküyor. Oysa aynı ortamda “yerlilik ve millilik” iddialarını merkezine alan söylemler üretilip duruyor. Bu çelişkilere işaret ederek anlatmak istediğim şu: Mimarlığın değişim süreçlerini anlamak ve tarihini yazmak için tekil güzergahlar çizmek yerine, farklı parametrelere dayanan farklı güzergahlar tarif etmek gerekiyor. Hepsinden önemlisi, aynı zaman aralığındaki iç çatışmaları farketmemizde yarar var. Bazen aynı insanların birbirinin tam aksi doğrultuda söyleyip tasarladığını dikkate almak aydınlatıcı olur. Ancak o zaman mimarlık ortamının nüanslı bir tarihi yazılabilir. Aldatıcı olan, mimarlığın Türkiye’deki değişimini ritmik bir düzenlilikler silsilesi gibi tahayyül etmektir. Hiçbir yerde olmadığı gibi Türkiye’de de böyle bir tarihsel düzenlilik yok. Tüm toplum belirli bir anda hep birlikte yeni bir yön belirleyip o yolda ilerlemeye girişmiyor. Daima farklı yollar, yönelimler, yaklaşımlar, karşıtlaşmalar var. İlginç olan ise onları görmek ve yorumlamaktır.

Türkiye’de neredeyse her 10 yılda bir siyasi değişiklik oluyor ve elbette mimari de bundan etkileniyor. Siz bu dönemleri ve dönemlere ait üslupları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de mimarlığın tarihini siyasal dönüm noktalarını referans alarak tanımlamak tarihçilerin icat ettiği bir historiyografik alışkanlık. Yani, mimarlık her on yılda bir değişmiyor; bizim ülkemizde böyle olduğu doğrultusunda bir inanç ve böyle bir tarihyazım ısrarı var. Bunun nedeni, ülkeyi tekil bir siyasal ve entelektüel merkezden ibaret diye görmek ve merkezi de iktidarla özdeşleştirerek düşünmektir. Mimarlığı merkezi yönetimin güdümünde olan bir pratik olarak görmekten uzaklaşmalıyız. Bundan uzaklaşmayınca, mimarlık alanını güdümü altına almak isteyen iktidarlara da dolaylı yoldan haklılık kazandırıyoruz. “Geçmişte böyle olmuşsa bugün de neden böyle olmasın” diye düşünme şansı veriyoruz. Oysa ne geçmişte böyleydi, ne de bugün böyle olması kabul edilebilir nitelikte. Devlet ve siyasal iktidar mimarlık alanındaki sayısız aktörden sadece biridir ve öyle olmalıdır. İşte bu durumun bilincine varırsak, siyasal dönüm noktalarını eksen alan anlayışın ortaya koyduğundan çok farklı nitelikte mimari ülke manzaraları çizebiliriz. İlk olarak, biraz önce belirttiğim gibi, o dönemlerin 10 yıl aralıklı bir düzenlilikler silsilesi olmadığını farkedebiliriz. Örneğin, ulusalcı dönem pekala da 19. yüzyılın sonlarından başlatılabilir ve neredeyse aralıksız bugüne dek uzatılabilir. Bazen ve bazı yer ve durumlarda daha ağırlıklı oluyordur, bazen de olmuyordur. Ayrıca, dönemleme saplantımızı terkedersek, her zaman mimarlık ortamında çoğulluk görüldüğünü farketme şansımız olur. Sözgelimi, 1930’larda Ankara’daki kamu yapılarında modernist denebilecek tasarım anlayışları egemenken, İstanbul’da Art Deco sayılabilecek bir tavır başat gözükür. Aynı dönemde yer yer bir tür yeni İstanbul vernaküleri diye nitelenebilecek tavırlara da rastlanır. Anadolu’nun kimi yerlerinde hala halk mimarisi üretimi devam etmektedir. 1910’larda İstanbul’da Art Nouveau ürünlerle sıkça karşılaşılırken, İzmir dışında bu yaklaşımı izleyen yer yoktur. Hatta, İstanbul’da sadece Rum mahallelerinde ve en üst yönetici elit katmanı için Art Nouveau yapılar inşa edilirken, orta sınıf Türk ve Ermeni mahallelerinde aynı eğilim gözlemlenmez. Yani, “dönem üslubu” kavramını belki modernöncesi dönem için kullanmak mümkündür, ama modernite ile birlikte geçerliliği kalmaz. Modernite tanımı gereği olarak üslupsuzdur. Çeşitlilikle tanımlanır. Tarihi de öyle yazılmalıdır. Bu çeşitlilik içinde olsa olsa belirli bir yer, zaman ve toplumsallıkla tanımlı ortak yönelimlerden bir ölçüde söz etme imkanı var.

Sizce saydığınız bu dönemlere göre en önemli çağdaş mimarlık yapıları hangileri ve hangi mimarlara aittir?

MİMARİ BAĞIMSIZDIR

Mimarlığı merkezi yönetimin güdümünde olan bir pratik olarak görmekten uzaklaşmalıyız. Bundan uzaklaşmayınca, mimarlık alanını güdümü altına almak isteyen iktidarlara da dolaylı yoldan haklılık kazandırıyoruz. “Geçmişte böyle olmuşsa bugün de neden böyle olmasın” diye düşünme şansı veriyoruz. Oysa ne geçmişte böyleydi, ne de bugün böyle olması kabul edilebilir nitelikte. Devlet ve siyasal iktidar mimarlık alanındaki sayısız aktörden sadece biridir ve öyle olmalıdır.

Çok sayıda önemli yapıdan söz etmek mümkün. 20. yüzyıl başında Vedat (Tek) Bey’in yapılarını genel olarak önemserim. Bunlar onun tarihselci-Osmanlıcı mimarlığı yaratıcı bir yaklaşımla tasarlamayı denediği ürünlerdir. Tarihselciliği bir tür harcıalem gündelik dile dönüştüren, standardize eden ve kalıplayan Kemalettin Bey ürünlerinden daha fazla ciddiye alınmalıdırlar. 1930’lar için Seyfi Arkan’ın İller Bankası (Ankara) bir başyapıt sayılabilir. Aynı dönem için Ankara Garı da öyledir. 1950’ler biterken Baysal-Birsel’in Hukukçular Sitesi (İstanbul) çok önemli ve başarılıdır. Konut tasarımı alanında dönemi için istisnaidir. Sedad Hakkı Eldem’in farklı yönelimleri denediği, çoğunluğu “light” tarihselci sayısız yapısı önemlidir. Onat ve Arda’nın Anıtkabir’i kuşkusuz önemlidir. TekeliSisa’nın Lassa Fabrikası endüstri yapıları alanında kaydadeğer bir örnektir. Turgut Cansever’in Bodrum Sualtı Araştırma Merkezi bir “butik tasarım” olarak çok başarılıdır. Son döneme gelince, Han Tümertekin’in Assos’taki iki evi ufuk açıcı denemelerdir. Can ve Behruz Çinici’nin Meclis Camisi’nin de çok önemli bir deneme olduğunu söyleyebilirim. Emre Arolat’ın Sancaklar Camisi ise İslami ibadet mekanı mimarisi alanında sadece Türkiye için değil, dünya genelinde radikal bir araştırma örneği sayılabilir. Yine onun tasarladığı ve çok sık eleştirilen Zorlu Center’ın da haksızlığa uğradığını düşünürüm. Çokişlevli bir ticari kompleks olarak dünya genelinde bile az rastlanır bir tasarım becerisini yansıttığı kanısındayım. Daha pek çok yapı sayabilirim. Türkiye kaliteli çağdaş, yani 20. ve 21. yüzyıl yapıları inşa etmek konusunda hiç kesat bir ortam değil. Ama burada az olan o yapıların öneminin ve anlamının bilincinde olan kişi sayısı. Dünyada kendi ülkesinde üretilen modern mimarlığa bu kadar nefretle bakan bir toplum bulmanın zor olduğuna eminim. Türkler ancak Osmanlı döneminde yapılmış kamusal yapıları, özellikle de 16. yüzyılda ortaya konmuş olanları sevebiliyor. Eski konut yapılarınaysa gerçek bir nefretle bakıyor, ama çok sevdiklerini iddia ederek kendilerine bile yalan söylüyorlar. Aksi olsaydı, bu ülkede –bırakın 13.-17. yüzyıl arasının ürünlerinihiç değilse 18. başından kalma sadece 10 tane ev ayakta duruyor olurdu. 2. Dünya Savaşı’nda baştan aşağı yıkılmış Almanya’da bile buradakinden defalarca fazla sayıda eski konut yapısı var. İtalya’da ise 13. Yüzyıldan kalma konut yapıları hala kullanılıyor.

Bu saydığımız çağdaş yapıların bazısı hakkında bugün yıkım kararı verildiğini biliyoruz. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin bir kadirbilmezlik cenneti olduğunu düşünüyorum. Bir kez daha vurgulayayım: Türkiye herkesin tarihi aşkla sevdiği, ancak tarihsel olandan nefret ettiği ülkedir. Seyfi Arkan’ın İller Bankası’nı, İstanbul’da AKM’yi yıkan bir toplum ise o tuhaf tarih sevme saplantısı açısından ciddi bir sorun yaşıyor demektir. Tarihine saygı duyduğunu iddia edenler, her şeyden önce geçmişin tüm dönemlerine aynı saygıyla yaklaşmak durumunda olurlar. Türkiye ise geçmişten karpuz seçer gibi sevilecek dönem seçebileceğini sananların çoğunlukta olduğu bir ülke. Adına ideolojik körleşme de diyebilirim. Sevmediğinizin izlerini yok etmek veya en azından görmezden gelmek, onlara saygı duymamak burada yaygın bir alışkanlık. Sadece şu kadarını sorayım; Türkiye’deki geçmişe saygısızlık alışkanlığının boyutunu o takdirde daha iyi kavrayabilirsiniz: Bizans’ın başkenti olan bu İstanbul’da bir Bizans Müzesi olmaması sizce normal bir durum mu? Veya bir zamanlar yıkılıp gitmiş çoğu önemsiz mescidi yeniden inşa ederken, Beyazıt’ta Theodosius Zafer Takı gibi çok çok önemli bir Geç Antik yapının kalıntılarını yok oluşa terketmek ne anlama gelir? Bunun anlamı tarihselden nefret etmek, hatta korkmaktır. Sevmediğiniz bir dönemin mimari ürünlerinin korunup dikkat çeker hale gelmesi durumunda zarar göreceğinizi düşünme paranoyasıdır bu. Başka bir deyişle, kültürel özgüven yoksunluğudur.

Mimarlık, bir toplumun, bir ülkenin, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarının biçim almış bir işlevidir diye tanımlarsak; mimarlığın ve özellikle çağdaş mimarlık yapılarının toplumu dönüştürücü rolü önem kazanıyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Bu döneme ait üslup eksikliğini nasıl tanımlıyorsunuz?

Üslup eksikliği diye kaygı verici bir sorunumuz olduğunu düşünmüyorum. Dünya yaklaşık olarak 18. yüzyıl sonundan bu yana üslup üretmiyor. Tüm 19. yüzyıl Avrupa mimarlığı tarihi “neden üslup üretemiyoruz”, “nasıl üslup üretebiliriz”, “üslup üretemiyorsak ne yapmalıyız” gibi sorulara cevap aramanın tarihidir. Artık oralarda böyle sorular soran neredeyse kalmadı. Türkiye şimdilerde bu soruyu yeniden gündeme getiren gecikmiş bir ülke olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki, artık bu soru anlamlı değil. Şu nedenle değil: Nasıl ki, demokratik ve çoğulcu bir dünyada hepimiz ortak fikirler etrafında gruplaşamıyor, hepimizin kabul edebileceği bir fikir birliği zemini oluşturamıyorsak, aynı şekilde aynı mimari ilkeler ve yaklaşımları veri alan ortak bir üslup da üretmiyoruz. Olup biten sadece bu ve çok olağan. Sivil toplum bu demek. Farklı fikirler, inançlar, beklentiler, zevkler üreten, sonsuzcasına çeşitlenen bir toplumsallık ortamında yaşıyoruz. O nedenle tek bir üslup üzerinde uzlaşma ve mimari çevremizi ona dayanarak biçimleme imkanımız yok. İyi ki yok. O sayede demokrasi diye adlandırdığımız bir fikir, inanç ve yaklaşım çoğulluğu sistemi kurulabiliyor. Eski Mardin veya eski Safranbolu gibi mimari türdeşlik ve bütünlük gösteren kentlerde yaşamıyoruz, yaşamayacağız da… Çünkü hepimizin farklı tercihleri, beklentileri, çıkarları, ideolojileri var. Karmaşık bir kentli toplum oluşturuyoruz. O yüzden bugünün dünyasında kimlik ortaklığı gösteren kentler ve mimarlıklar yok.

Üstteki sorunun devamı olarak bu dönemin üslubunun ne olması gerektiğini düşünüyorsunuz? (Burada sürekli bahsedilen Selçuklu mimarisinin ne olduğunu ve aslında nasıl Selçukluya uymayan yapılar yapıldığını sormak istiyorum. Bir başka konu da AKM örneği için geçerli. Önce cami dendi, sonra barok bir opera dendi, sonra içinde kırmızı bir kubbe barındıran ama bir teselli gibi cephesi tutulan bir yapı ortaya çıktı. Bir kararsızlık olduğu açık.

Kamu Yapılarının Hali Ortada

Bu dönemin bir üslubunun olmaması gerektiğini düşündüğüm aşikar. Modern dünyada bir toplumun tüm üyelerinin benimsediği ve kullandığı bir üslup olması için kamu otoritesinin onu zorla dayatması, farklı mimari yaklaşımları yasaklaması gerekiyor. Geçmişte bunu deneyenler oldu. 1933 sonrası Almanya’sında Naziler, 1932 sonrası Sovyetler Birliği’nde Stalin yönetimi bir devlet üslubu ve/veya uygulanması zorunlu mimari ilkeler seti saptadılar ve farklı tavırları yasakladılar. Ama dikkat ederseniz, onlara demokratik yönetimler demiyoruz. Çoktan tarihe gömüldüler ve hatta lanetlendiler. Bugün iyi bilinen bir gerçek var: Kamu otoritesi bir yerde mimarlık alanına müdahale ediyor ve üslup, yaklaşım, hedef saptıyorsa, orada ciddi demokratik zaaflar vardır. Bunun mimarlığa da, ülkeye de hem kısa, hem de uzun vadede zararları olur.

Yıldız mimar kavramı dilimize yerleşti. Bu dönemi ele alırsak; kimler sizce yıldız mimarlarımız? Yıllar önceki bir makalenizde beş isim saymıştınız. Sonra belki isimler sizin için değişti. Belki biraz bizi aydınlatırsınız…

Yıldız ya da star mimar kavramı tabii ki benim icat ettiğim bir şey değil. Bu kavram yeni kapitalist dünyada mimarın adının marka değeri taşır hale gelmesi ile bağlantılı. Başka bir anlatımla, her şeyin metaya dönüştüğü bir çağda mimarın adı da bir meta haline gelir, alınır satılırlık kazanır. O adı taşıyan ürünlere bir ekstra değer katar. Türkiye’deki tarihi 1990’ların başına kadar uzanıyor. Örneğin, İstanbul, Ulus’ta bir konut sitesi o yıllarda “Ünlü mimarımız Behruz Çinici’nin eseri” şeklinde reklam edilmişti. Bu bence Türkiye’de starlık mekanizmasının doğuşunun en erken örneğiydi. Giderek tabii ki eskiler starlaşmadı, bir dizi genç star mimar ortaya çıktı. Onlar toplumsal görünürlüğü yüksek tasarımcılar oldular. Daha gençlere rol modelliği ettiler. Onların yanında çalışmak özellikle amaçlanır oldu. Davranışları, konuşma üslupları bile taklit edilmeye başlandı. Onlardan beşine o zamanlar “İstanbul Beşlisi” adını takmıştım. Bugün böyle bir sıralama yapmam. Çünkü artık çok daha geniş bir starlar grubu var. Bir zamanlar o İstanbul Beşlisi içinde saymadığım Erginoğlu-Çalışlar, Kütükçüoğlu-Uçar (Teğet), Norm Mimarlık gibi adları da listeye ekleyebilirim. Kaldı ki, artık eski grup içinde uluslararası kimlik edinenler de var. Örneğin, Emre Arolat ve Han Tümertekin böyle bir statü değişikliği yaşadılar. Ancak, “starlık rütbesi”ni fazla önemsemediğimi söylemeliyim. Starlığın tek yararı mimarlık hizmetinin saygınlığını arttırması, mesleğe yönelimi teşvik etmesi, kamuoyunu mimarlıkla meşgul ederek mimarlığın kamusal görünürlüğünü geliştirmesidir. Bunlar tabii ki önemli. Ancak, bir ülke için star sayısını arttırmaktan önemli olanı o ülkede ürün verenlerin genel uluslararası görünürlüğünü arttırmaktır. Bir de, star şöhretine sahip olsun olmasın, ülke genelinde farklılık üreten ve yüksek tasarım kalitesinde hizmet veren tasarımcı sayısının çoğalmasıdır.

Sedad Hakkı Eldem ve dönemi sonrası -belki de 2000 yılına kadardönemde mimarlık üretenler yapıları hakkında pek konuşmadılar. Yayın da azdı. 2000 sonrası çağdaş mimarlık aktörleri hem üretip hem de yapıları üzerine konuştular. Bu ayrımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mimarlığın konuşulurluğu yalnız Türkiye’de değil, her yerde arttı. Tarih boyunca ise bazen mimarlar daha konuşkan olurlar, bazense suskunlaşırlar. 16. yüzyıl İtalyası konuşkanlık çağlarından biriydi. 17. yüzyıl az konuşulan dönemdir. 18. ve 19. yüzyıllarda yazan-konuşan mimar sayısı tırmandı. Türkiye bu genel Avrupa ve Amerika eğilimlerine uzun süre boyunca uymadı. 20. yüzyıl başında ulusalcı eğilimlerin tırmanışına kadar burada mimarlar yazmadı ve konuşmadılar. Ulusalcı ideoloji Türkiye’de mimar konuşkanlığını arttırdı, ancak hemen herkes aynı ulusalcı argümanları yinelemekle yetindiği için bu verimli bir konuşma ortamı olmadı. Sürekli olarak, “bizim kendimizi, ulusallığımızı, kimliğimizi ifade eden bir mimarlığımız olmalıdır” şeklinde konuşuldu. 1950’lerden başlayarak ulusalcılık gündemden düşmedi, ama olağanlaşıp egemen ideoloji olarak yerini iyice sağlamlaştırdığı için özellikle vurgulanması gerekmez oldu. Dolayısıyla mimarlar malumu ilan etmekten vazgeçip sustular. 1990’lardan başlayarak geniş bir grup mimar öncekinden farklı, çünkü ideolojik argümanları yinelemekten uzak bir konuşma üslubu üretmeye başladı. Bunlar ideolojik değil, arkitektonik meseleleri eksen almaya başladılar. Öte yandan, aynı aralıkta daha önce mimarlık alanında uzanımları olmayan İslami denebilecek bir başka ideolojik konuşma güzergahı da belirdi. Cansever’in başlattığı ve giderek katılımcıları artan bu güzergahın da giderek fosilleştiği ve aynı ulusalcılıktaki gibi, kimlik merkezli bir söylem üretimine dönüştüğü söylenebilir. Cansever’in yaklaşımı daha yaratıcı ve ilginçti. Ardından gidenler kaçınılmaz olarak özcülük yoluna saptılar ve İslam’da içkin ezeli ve ebedi nitelikler teşhis etmeye dayanan söylemler ürettiler. Özü değişmeksizin kalan her kültürel gerçeklik gibi bunun da ne dini, ne de mimarlığı anlamak için geçerli bir yaklaşım olduğunu düşünürüm. Değişimi inkar söylemlerinin hepsi aynı kapıya ya da aynı çıkmaz sokağa çıkar.

Kentlerin önemli yerlerindeki önemli yapıların yarışma ile yapılması hususunda ne düşünüyorsunuz?

Yarışmanın mimarlıkta her derde deva bir çözüm olduğu kanısında değilim. Hele hele bir kurala dönüştürülmesi hiç gerekmez. Şayet yarışma mimarlık cennetleri yaratsaydı, 1950-1980 arası Almanya ve Türkiye mimarlık cenneti olurdu. O aralıkta iki ülkede de sayısız yarışma açıldı. Yarışma bir zamanlar Wright’ın dediği gibi, mediokriteyi, yani ortakarar olanı yapmayı ve desteklemeyi sağlar. Gerçekten ilginç ve zor kabul edilebilir olan tasarımlar ender olarak yarışmada seçilirler. Ufuk açıcı tasarım yapmak demek, bilinegelenden bilinçli olarak uzaklaşmak ve yeni yollar aramak demektir. Oysa, yarışma katılımcıları çok ender olarak aykırı denebilecek yollara saparlar. Şanslarını daha başlangıçta elenebilecek bir seçenek için heba etmezler. Kaldı ki, farklı görüşlerden kişileri içeren yarışma jürileri de kaçınılmaz olarak bir orta yolda buluşmak zorunda kalır ve en çizgidışını, en denenmemiş olanı seçmezler. Çünkü zor kavranır ve denenmemiş olanın üzerinde uzlaşmak zordur. Ama, bu görüşlerim “yarışmalar yapılmasın” diyorum anlamına gelmez. Sadece yarışmadan elde edilebilecek sonucun olsa olsa “eşitler ve/veya benzerler içinden birinciyi seçmek” anlamına geldiğini bilmek zorundayız.

Sizce Türkiye’deki en önemli çağdaş mimarlık örneği hangisi? İsterseniz dini, kültürel, eğitim, ticaret gibi segmentlere ayırabilirsiniz…

Bu türden bir seçme yapmak istemem. Haksızlık olur. Sayısız düzeyli çağdaş yapıdan bir veya birkaçına en iyi etiketini yapıştırmaktan kaçınırım.

Pek çok yabancı yıldız mimar konsept dizayn aşamasında önemli yapılar için devreye sokulur oldu. Yerli mimarın adı anılmaz hale geldi. Bu konuda neler demek istersiniz?

Türkiye’de gerçekten önemli yabancı mimarlar tarafından birkaç önemli yapı inşa edilmiş olsa sevinirdim bile. Ama, sorun şu ki, genellikle ikincil bile denemeyecek mimarları seçerek iş yaptırtanlar var. O mimarların da tasarım hizmetini doğrudan vermek yerine, proje işini yerli taşeronlara paylaştırıp koordinasyonla yetinmek gibi bir tavırları oluyor. Bunun bir tür sahte yabancı hizmet olduğunu söyleyebilirim. O halde “neden böylesi ikinci kalite yabancılara iş veriyorlar” diye sorulmalıdır. Bence yanıt zor değil. Birincisi, Gehry’ye, Eisenman’a, Libeskind’e vb.’ye tasarım yaptırtmak epey pahalı. İkincisi, onların işlerinin iddialılığını ve alışılmadıklığını kabul etmeye hazır işverenler burada pek az. Üçüncüsü, kalitesi ne olursa olsun, bir yabancı adı taşımanın bile işverene çoğu zaman yeterli geldiğini iddia edebilirim. Bir de bürokratik neden ekleyeyim: Tüm dünyada yabancı mimar hizmetinin önüne hiçbir engel çıkarmayan ve kendi mimarlarını korumak için ayrıntılı tedbir almayan çok az ülke var. Türkiye, bu az sayıdaki kendi mimarlık sektörüne köstek olan ve zarar veren ülkelerden biri, ne yazık ki.

Bir yanıt yazın