DARZANA PROJE EKİBİ İLE SÖYLEŞİ

Darzanà: İki Tersane, Bir Vasıta

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın girişimi ve 21 destekçinin katkılarıyla Türkiye, 2014 yılından itibaren Venedik Bienali’nde uzun süreli bir mekâna sahip oldu. Yirmi yıllığına ülkemize tahsis edilen bu mekân sayesinde Türkiye Pavyonu, 2014 yılında ilk kez Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde yer aldı. Dünyanın önemli mimarlık etkinliklerinden sayılan Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisinin 15’incisi, Alejandro Aravena küratörlüğünde “Cepheden Bildirmek” (Reporting from the Front) teması ile 28 Mayıs – 27 Kasım 2016 tarihleri arasında izlenebilecek. Türkiye Pavyonu adına katılacak “Darzana” projesinin ekibi ile projenin yapım süreci bittikten sonra bir araya geldik ve projeye ait detayları konuşma imkanı bulduk. İstanbul ve Venedik tersaneleri arasında bir bağ kuran proje başlığını, Akdeniz’e özgü melez bir sözcük olan Darzanà’dan alıyor. İki şehrin ortak noktaları üzerinden ‘su’ya bir sınır çekilemeyeceğini anlatmaya çalışan Türkiye Pavyonu’nun hikayesini küratör Feride Çiçekoğlu ve proje ekibinden Namık Erkal,  Mehmet Kütükçüoğlu ve Ertuğ Uçar’dan dinledik.

Heval Zeliha Yüksel: Darzanà kelimesi ile başlayalım. Anlatılmak istenen nedir?

Namık Erkal: Darzana, kökeni Arapça olan bir kelime. “Dara’s-sina’a” (sanayi yeri) tabirinden menkul. Hem Türkçedeki “tersane”, hem de İtalyancadaki “arsenale” sözcükleri “darzana”nın değişmiş halleri.

Feride Çiçekoğlu: Dildeki bu ortaklığı İstanbul ve Venedik tersaneleri arasındaki “mütekabiliyet” için bir çıkış noktası olarak kullanmak istedik. Bir zamanlar benzer büyüklükteki faal tersanelere sahip bu iki liman kenti şimdi bambaşka noktalara savrulmuş haldeler. Venedik tarihi dokusunu iyi korumuş, önde gelen sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan, buna karşılık dışarı göç veren ve nüfusu azalan bir şehir. İstanbul ise malum, tarihi dokusunu ve mimari mirasını paramparça ediyor, aldığı sürekli göç ve kontrolsüz yapılaşma şehri ezip geçiyor. Fakat yine de bir arzu nesnesi, varılmak istenen yer olmayı sürdürüyor, her daim canlı, insanlar şikayet etse de nüfus her daim artıyor. Farklı noktalara sürüklenen bu iki tersanenin birbirlerinden öğrenecekleri ne olabilir? Bu tartışma mimarlık alanında dünyada gündemde olan konulara ışık tutabilir mi? Kültüre ev sahipliği yapma konusunda İstanbul, Venedik’in geçmiş tecrübesinden, Bienal dışında ölü alan olan Venedik tersanesi ise şehri içine alma konusunda İstanbul’un muhtemel tecrübesinden yararlanabilir mi? Darzana ile anlatmak istediklerimiz, daha doğrusu sormak istediklerimiz bunlar. Bu yılki Venedik Mimarlık Bienalinin şemsiye teması “cepheden bildirmek” biliyorsunuz. Biz de iki şehrin tersanelerini bir “cephe” olarak ele aldık.

Heval Zeliha Yüksel: İki tersane var, iki ayrı şehirde. Venedik’teki tersane sanat için kullanılıyor ama İstanbul’daki tersane, sizin bağ kurduğunuz tersane ne için kullanılacak, eğer bu konuyu da geçirebilirsek merak giderilmiş olacak. Siz Teğet olarak neler söylemek dersiniz?

Mehmet Kütükçüoğlu: Yani birkaç mesela var bir tanesi bu ikisinin ilişkisi, ilişkisizliği üzerine. O da bir konu çünkü, Uğur Tanyeli de bu konuda yazmıştı. Ama çok doğal bir ilişkisi de var. Biz Haliç Tersanesi projesi ile uğraştığımız için, onunla ilgili elimizde bir dolu malzeme olduğu için, aklımıza doğal olarak tersaneyle uğraşmak önümüze geldi. Ama ilişki böyle kurulur, doğal bir ilişki, yani zorlama bir şey değil, öyle karanlık bir ilişki değil, çok açık ve çok doğal bir şey, meselelerden bir tanesi bu. İkincisi de diyorsun ki tersane projesiyle ilgili ne yapılıyor? Aslında o ciddi bir tartışma, bilemiyorum burada öyle bir cümleyle geçmesi çok kolay olmaz yani.

Feride Çiçekoğlu: Bir cümleyle geçecekse bir tek şunu söyleyebilirim. Hepimizin rahatça katılabileceği bir görüş olabilir. Şehri içine alması hedeflenen, öyle hayal edilen bir proje ve bunun ilk adımı da zaten bizim oraya yolladığımız baştardayı o tersanede yapmak oldu, yani bu açık seçik ortada olan bir şey. İçine girilemeyen bir yerde bir baştarda yapıldı ve oraya gidecek, bir anlamda biz buna “sınır ihlali” diyoruz. Nasıl ki baştardanın oraya gitmesi de “bir tür sınır ihlali” yani birçok şeyler geçiyor sınır geçiyor, geçilmesi zor olan, denizden de gidebiliyor. Yani bu çerçevede kavramsal çerçevede elbet söyleyebiliriz ama içindeki işlevler, kim ne yapıyor yani soyut olarak isimlendirmek bence o yanlış olur, Darzana’yı da ona tamamen bağlar, o doğru olmaz.

Namık Erkal: Feride’nin dediği kısmı da önemli: insanların bunu görüp düşünüp anlaması beklenir. İnsanın çıkıp bunu yapmamızın sebeplerinden biri buydu deyince de çok tuhaf oluyor değil mi? Ama maalesef dedirtiliyor biraz.

Feride Çiçekoğlu: Diyelim bence, çünkü demek gerekiyor. Belki bunu herkesin kendisinin anlaması gerekiyor da ama içine girdik yaptık sınır ihlali falan ama bence yok ismini koyarak söyleyelim. Bir de bunu daha önce söylemedik bu açıklıkta, o açıdan da bu söyleşi için güzel olur. Yani hani o sınır ihlali meselesi bizim de

Namık Erkal: Uğur Tanyeli’nin yaptığı bir takım okumalar var, bizim düşündüğümüz ama bu güne dek söyleyemediğimiz tespitler. Ama zaten söylenmez böyle şeyler.

Mehmet Kütükçüoğlu: Ama feride şu anlamda söylemişti, “suya da sınır çekemiyorsun, kelimeleri hapsedemiyorsun”

Namık Erkal: Uğur Tanyeli söyledikten sonra biraz daha söylenebilir hale de gelmiş oldu yani. İlk kez biri bir şey dile getirdi.

Feride Çiçekoğlu: Biz de daha kavramsal söylerken hani Uğur Tanyeli’nin yazısından sonra birazcık daha ayaklarını yere bastırdık. Aşama aşama gidiyor, çünkü yapılan işi açıklamak, ona dipnot düşmek çok zarif bir olay değil. Hani o iş kendini gösterecek diyoruz ama iş de henüz ortada yok, bir çelişki var. İşi okuyabilen birisi olunca, daha önce değerlendirme kurulunda da olan o zaman hani biz de bir adım daha hani bunun ismini koyalım dedik. Bunu da şimdiye kadar hiçbir söyleşide açıklamadık yani hani o zaman bunu burada ilk kez söyleyebiliriz.

Heval Zeliha Yüksel: Yerinde görülmeden pek çok tartışma oldu proje üzerine… 

Mehmet Kütükçüoğlu: O yazılanlar eleştiri niteliğinde olmadığı gibi ortamı da eleştiri ortamı değil. Yani eleştiri ortamı olsa ben de kendi fikrimi rahat rahat söyleyebilirim ama bu durumda biz kesinlikle hiçbir cevap vermek bile istemiyoruz böyle bir şeye. Söylenecek şey yok diye değil, ortam o değil. Ortam bir açık düşünme, fikir yürütme, bir zincir kurma ortamı değil. Ortam suçlama ortamı.

Ertuğ Uçar: Kategorize etme ortamı.

Heval Zeliha Yüksel: Peki tekrar projeye dönecek olursak… Feride Hanım sizin disiplininiz farklı, projenin başlangıç noktası nasıldı? Siz mi Teğet’e götürdünüz, onlar mı size getirdi?

Feride Çiçekoğlu: Disiplinim de çok farklı değil ben mimarım aslında, bir zamanlar mimardım yani.

Heval Zeliha Yüksel: Tabi size küratör olarak somak istiyorum…

Feride Çiçekoğlu: Bu gerçekten doğal bir süreç içinde kendiliğinden ortaya çıktı. Okuyucuya biraz basmakalıp açıklama gibi gelecek belki ama gerçek bu. Böyle bu masanın etrafındaki tartışmalar, sohbetler esnasında ortaya çıkmış olan bir proje oldu. Yani kimse kimseye götürmedi yanılmıyorsam eğer, yanılıyorsam beni düzeltin lütfen. Tamamen ortak bir fikir olarak ortaya çıktı. Biz önce arkadaş olduğumuz için gelişen bir şey. Yani bunu nasıl ifade ederiz edersiniz bilmiyorum, hani mesleki ilişki ve kendiliğinden gelişen bir şey bu. Ortak tartışmalar içinde gelişmiş olan bir fikir hani iki fikirle oynamak. Bu seninki bienal, tersane, aa burda da tersane var ve onlar orada çalışıyorlar, tabî ki biliniyor ve hepimiz tarafından da bilgi dahilinde olan bir şey ama bu projeyi oraya da taşıyalım değil, tamamen iki tersanenin üzerinden yürütülen bir şey. Yani orada Namık’ın tabi çok büyük bir katkısı var, bu sözcükler üzerinden giden bir şey. Sonuçta; Tersane Arsenal ve Darzana üçü de aslında bu Akdeniz’de ortak kullanılan dilin, denizciler işte şeyler seyyahlar, tüccarlar, bildiğimiz köleler, herkesin ta 21. yüzyıldan 19.yüzyıla kadar anlaşmak için zorunlu olarak kullandıkları ortak dilin Akdeniz çevresindeki bütün gemi yapım ve inşaat birimleri için ürettiği ortak sözcük.

Feride Çiçekoğlu: Şunu anlamak önemli; mesela Atina’dan görüntü yönetmeni bir arkadaşımız geldi, projemizi anlatınca tersaneki gözleri, tabirleri bizde de aynı dedi…  Yani Kuzey Afrika’dan İspanya’ya kadar bütün limanlardaki gemi yapım birimlerini bağlayan iki türlü dil var; bir tanesi konuştuğumuz dil, sözcükler, öbürü de mimarlık dili. Yani bu ikisi arasındaki ilişkiyi biz bu sohbetler arasında bulup geliştirince onun üstünden bir proje yaptık.

Heval Zeliha Yüksel: Yani tamamen sohbetler sırasına çıktı bu proje…

Feride Çiçekoğlu: Evet ve benim için tabi çok güzel. Çok uzun süredir dışında kaldığım mimarlık alemine sadece sinema kanalıyla değil de mimar ve üretim kanalıyla da bir tür geri dönüş oldu, o yüzden daha özel bir yeri var…

Ertuğ Uçar: Bizim için de aslında özel. Biz ofiste bu kadar uzun süre bir konuya konsantre ve aynı ekibi tutarak çalıştığımız çok sık olmuyor. Projeler bitiyorlar ya da konsantrasyon azalıp çoğalıyor.

Mehmet Kütükçüoğlu: Vakit gelip çatıyor…

Ertuğ Uçar: Altı aydır  hiç temposu düşmeden devam etti.

Mehmet Kütükçüoğlu: Şöyle bir şey de var, bu dostluk denilen şey de karşılıklı oluyor, insan da rastgele dost olmuyor. Yani öyle iş başka arkadaşlık başka gibi bir durum yok, bunlar iç içe geçiyor bizim hayatımızda. Biraz o yüzden de iyi arkadaş oluyorsun. Yani bunu öyle bir rastgele bir şey olarak görmemeli. Arkadaşlar zaten kafaca da bir araya gelmişler gibi bir durum var. Dolayısıyla da önceden hazırlanmış bir şey yani zihinsel altyapı var.

Heval Zeliha Yüksel: Peki Namık Bey sizin projeye katılımınız nasıl oldu?

Namık Erkal: Aslında Feride Darzana kelimesinde beni referans gösterdi ama adını koymuşlardı benden önce. Ben yarışmanın ikinci aşamasında girdim, adı belli olduktan sonra. Ben yirmi senedir liman, kıyı ve İstanbul sınırlarını çalışıyorum. O yüzden bunu tersane üzerinden yeniden düşünme şansım olduğu için çok memnunum. Yani bu arada gerçekten Feride’ye, Mehmet’e ve Ertuğ’a çok teşekkür ediyorum. Ve bu seneki temelin o şekilde çok iyi ilişkilendiğini düşünüyorum. Biz bu tartışmaları yaparken, yayında da yer alacak bazı tarihi referansları hep bu açıdan yorumladık. Hani başka türlü çok yazılabilir ama bu sınırı aşmak, sınırı mekan olarak, kentin içindeki sınırlı bir yer, açılması kapanması ve farklı kıyılar arasındaki ilişkiler üzerinden derledik. Tarihi hep öyle bir daha yorumlamaya çalıştık. Bu platformda bunu tersane üzerinden anlatmaya çalıştık. Onu bir sınır mekan, bir kıyıya paralel şerit yapı nasıl olur, bunun zaman içinde nasıl dönüştüğü gibi farklı konular hep gündemimizde oldu.

Heval Zeliha Yüksel:  Çok uzun zamandır çalışıyordunuz yani…

Namık Erkal: Aynen uzun zamandır çalışıyorum ama o ayrı bir konu. Katkım bu tartışma seviyesinde oldu aslında. Onun ötesinde de yayın da bir katkım var.

Heval Zeliha Yüksel:  Nasıl bir yayın hazırlanıyor?

Feride Çiçekoğlu: Proje ile ilgili bir kitabımız çıkacak. Oradaki temel kavramsal metni Namık kattı ve bir tür karşılıklı konuşma gibi, yani Venedik’te yaşamakta olan bir tarihçi Vera Costantini -daha önce 2010’daki İstanbul-Venedik Sergisi’ne de katkıda bulunmuş olan-  ile bir karşılıklı konuşma metin gibi kurgulandı.  Kavramsal metni de öyle bir çerçeveye oturttuk. Arka plan, buradaki tersanenin geçmişte hangi aşamalardan geçtiği ve yirminci yüzyıl boyunca nasıl aşama aşama boşaldığı gibi birçok bilgi içeriyor. O konuda yanlış bilgiler ve hatalı bilgi üzerine yöneltilen haksız eleştiri diyeceğim ama bunlara teker teker cevap vermek anlamsız. Yani o tek tek gelen eleştirilere cevap verilecek olsa söylenecek çok şey var ama hiç muhatap almadık, çünkü yeterli tarihi bilgi de içermiyor, tamamen yüzeysel izlenimlerle yazılmış yazılar. Yayınlar çıkınca merak eden alır.

Namık Erkal: Ama yanlış anlaşılmamalı. Yani serginin hiçbir tarihsel yükü yok. Yani tamamen bir nesne ve onun yorumlanmasına dayalı olacak bir şey aslında. Çok az kavramlar dışında böyle giden kişi tersaneyle ilgili bir tarih bombardımanına falan tutulacak değil yani öyle bir şey yok. Yani öyle bir bilgi yükü yok gezecek kişi için. Ben süreç içinde şimdi bunun ne kadar sağlıklı olduğunu şimdi bitince anlıyorum çok iyi bir kararmış o.

Feride Çiçekoğlu: Sergiye tarihsel bir yük yüklememek gerekiyor.

Mehmet Kütükçüoğlu: Çünkü o zaman obje daha anlamlı oluyor ve bu bir hikaye taşıyor diyebiliyoruz. Ve obje kitabı oraya taşıyor zaten yani onun sayesinde kitapla ilgilenebilir ve okuyabilirsin.

Namık Erkal: Veya herkesin de nesneyi yorumlayabilmesinin ucu çok açık aslında. O açıdan o çok iyi bir şey olacak bence.

Heval Zeliha Yüksel: Nesneden bahsetmişken biraz yapım sürecinden bahsedebilir miyiz?

Mehmet Kütükçüoğlu: Yani şöyle bir durum var bizim buradaki, aslında iki mekandan bahsetmek daha iyi, İstanbul’daki tersanedeki göz ile Venedik’teki göz birbirine çok benziyor. İki böyle sağlam duvar ve üzerinde ahşap makasları olan çok benzer tipolojik olarak çok benzer iki mekan. Sonuçta dönüştürülmüş ve aynı mantığı devam ettirdiği için çok benziyorlar. İstanbul daha büyük bir şehir, o yüzden iç mekan yetmiş metreye on altı metre. Venedik’tekinin ise elli metreye on iki metre. Biz zaten buraya o yüzden, hem işlevsel sebeplerle hem de başka sebeplerle o mekanı o boyuta getirdik. İlk yapılan iş oydu, yani elli metre uzunluğu ve on iki metre genişliği simüle eden mekana bir konstrüksiyon yerleştirdik, işe öyle başladık biz. Onun için de bu mekanı koyduk.

Feride Çiçekoğlu: Bu iki mekanın hızlandırılmış kamerayla çekilmiş hareketli görüntüleri olacak orada kurulum sırasında. Yani buradaki kurulum, hemen yanında benzer mekanda oradaki kurulum, hareketli olarak da izleyebilecek gelen.

Heval Zeliha Yüksel: Yani sergi mekanında yapım sürecine dair izler var…

Feride Çiçekoğlu: Baya hareketli görüntüler yani sadece hareketsiz görüntü de değil, tek bir fotoğraf değil.

Heval Zeliha Yüksel: Bu senenin teması cepheden bildirmek. Siz bu metni nasıl değerlendirdiniz ekip olarak?

Mehmet Kütükçüoğlu: Bir kere biz direk bu fikirden yola çıkıp tersaneye böyle bir teklif yapsak mı dedik…Yani şimdi mesela şu değildi, hadi bu sene de biz Venedik’e bir teklif yapalım değildi. Konu bu ve biz de tam tersaneyle ilgileniyoruz ve elimizde bir dolu malzeme var yani aslında o bizi tetikledi diyebilirim çünkü bu tersane şu an en kırılgan zamanında, boşalmış zamanında ve biz de onun üzerinde araştırma yapıyoruz, malzeme topluyoruz. Aslında bir anlamda İstanbul sürekli dönüşüyor, dönüşüm projeleri var ve mesela bu da bir dönüşüm ve sıcak bir konu ve tartışmalı bir konu. Ve biz de orada işimizi yaparak hem mimarlık kültürüne hem kent kültürüne bir katkı sağlamaya çalışıyoruz. Öyle bir cephedeyiz. Dolayısıyla onunla çok örtüşüyor diye başlayıp, bu cephe fikrini derinleştirdiğimizi düşünüyorum. Çünkü bir kavram mesela hafif dolayım kazanabildiği ölçüde derinleşiyor ve o dolayımı da kazandırdığımızı düşünüyorum, orada da bizim onu büronun dışına açmamız ve büro dışındaki insanlarla kollaboratif bir çalışmaya girmemiz bence çok yararlı oldu. Yani olay öyle derinleşti diyebilirim, oradan başladı ve oradan sonra Feride, Namık ve öteki insanlarla çalışarak bu fikri derinleştirdiğimizi düşünüyorum. Ve tam anlamıyla ondan sonra bir mimarlık ve kentle ilgili bir kavram haline dönüştüğünü düşünüyorum.

Heval Zeliha Yüksel: Temalar genelde bir mimarlık aktarma biçimine dönüşüyor son yıllardaki mimarlık bienallerinde. Tema “Cepheden Bildirmek”. Siz cepheyi nasıl yorumladınız?

Mehmet Kütükçüoğlu:  İlk önce bizim şahsen cephede oluşumuz durumu ile başladı durum. Sonra mekanla ilgili o cephe fikri, tersane, Akdeniz, iki şehir, kıyı gibi tersanenin şehirle ilişkisi gibi meseleleri bizim disiplinin içinden bir terminoloji haline de geldi. Konunun öyle derinleştiğini düşünüyorum.

Namık Erkal: Ama sonuçta yani zaten baştan düşünülmüş olan, yani burası bir cephe, bütün diğer deniz kentleri bu cepheye bağlı zaten. Ama Akdeniz daha tanımlı bir alan olduğu için, daha farklı ilişkiler var. Nasıl diye de ilişkileniyorsa bunlar dilin tanımladığı şekilde bir takım binalarla da ilişkileniyor. Göz bunlardan bir tanesi, mahzen, halathane, volti…

Heval Zeliha Yüksel: Sadece Venedik ile benzerlik yok ama diğer Akdeniz mimarisi içine giren şehirler mesela Barselona da girer değil mi? Çok geniş bir yelpazeye sahip bu “Architectura Franca” ile anlatılmak istenen yapı tipleri?

Namık Erkal: Bunun altını tabi çiziyoruz oradaki bugünün küresel kentinin jenerik kıyısı gibi değil aslında. Daha ciddi kültürel ilişkilerle oluşmuş ve prototipleşmemiş bir şey ama oradaki ilişkiler zincirinde Venedik ve İstanbul çok özel bir yere sahip. Tabi sonuçta o yapmacık bir şey değil ve bu ilişkiyi İskenderiye ile kuruyor olsak daha farklı olurdu. Venedik ile İstanbul arasında çok organik ve tarihsel çok ilişki var yani.

Feride Çiçekoğlu: Çok ciddi bir güç savaşı var onun da altını çizmek lazım yani Akdeniz’in hakimiyeti için birbiriyle mücadele eden iki öne çıkan gücün limanları ve aynası. Yine kullandığımız kavramlardan bir tanesi “ayna” ve bu ilk anda görünenden daha farklı katmanlara da yayılabiliyor. Bizim öne çıkarmaya çalıştığımız şeyler o türden bilgiler. Hep lafı edilen İnebahtı mücadelesi.  Biri yenilmiştir öbürü yenmiştir, ama baktığınız zaman yenilen taraf Osmanlı.  Buradaki tersane açısından herhalde bütün ömrünün en verimli ve en muhteşem dönemi çünkü bütün donanma yok olmuş, harıl harıl altı ayda yeni donanma yapıyorlar, işçiler memnun, herkes memnun buna karşılık Venedik’teki tersanede o sırada felaket yaşanıyor çünkü gemi fazlası ve işsizlik var. Yani ilk anda görülen resmi tarihin görülmeyen arka planı da enteresan oluyor. Belki şu dönemki resmi tarihin de alt katmanlarını okumak için ipucu verebilir. Yani onun sadece binalar çerçevesinde bir mimarlık okuması gibi bakmadık, mimarlık okumasından yola çıkarak daha tarih okumalarına da kapı açabilecek bir şey gibi düşündük.

Mehmet Kütükçüoğlu: Bir de ayna deyince aksi de geliyor akla. Ayna ve aksi de aslında bir nevi birbirine muhtaç olma yoluyla sıkı ve gerçek bir bağa işaret ediyor. Düşünürsek mesela Venedik İstanbul ile yakınlaşabilen ve bağ kurabilen Avrupa’daki en önemli yer. Akdeniz’e hitap eden bir yer düşünün ama hiç toprağı yok ve küçük alana sıkışmış durumda. İstanbul ise devasa bir toprak üzerinde hak sahibi. Dolayısıyla bu iki durum kontrast yani akis, birbiri ile çok iyi bir araya gelebilir. Çünkü bir tanesinin o toprakla ilgili meseleye ihtiyacı var ötekisinin onun denizciliği ile ilgili hakimiyetine, teknolojisine ihtiyacı var. Dolayısıyla ilk ucu tersaneler oluyor bu ilişkinin.

Heval Zeliha Yüksel: Siz cepheyi başından beri kelime olarak başka bir şey olarak alıyorsunuz aslında nedir o?

Namık Erkal: Ayna ve sınır.

Ertuğ Uçar: Yani biz hep fiziksel tarafından bahsediyoruz ama diğeri doğal olarak var. Arevana’nın daha iyi bir kentsel çevre için enerji koyan, mücadele edenler burada hikayelerini anlatsın diye bir metni var. Bizim Haliç Projesi’ne çalışıyor olmamızla bu projeler arasındaki doğal ilgiden bahsetti Mehmet. Aslında o muhabbetin proje alanıyla bir katmanı olarak bakmak mümkün bienal önerisine. Çünkü Arevana’yı okuyunca insanlar sadece sosyal konut yapan başka da bir şey yapmayan bir mimar gibi anlaşılıyor, bu biraz yanılsama. Şunun da bir yanılsama olduğunu düşünüyorum “mücadele yalnızca sosyal konut yapılarak verilir” ya da hatta bu mücadeleyi sadece mimar olmayanlar verir. Mimar olanlar o mücadeleyi veremiyormuş gibi. Sonuçta mimarlık şöyle bir tip değil ki, program veriliyor, arsa veriliyor ve mimar programa arsayı süper bir şekilde yerleştiriyor. Her mesleği iyi yapınca her meslek mücadele içeriyor yani doktorlar da iyi tababet yapabilmek için ciddi bir mücadele veriyorlar. Mimarlığın da bence bu şekli de var yani illa tersane değil de bir apartman yaparken de belediyeyle, komşuyla mücadele veriliyor. Mimarın öyle bir arabuluculuk görevi ister istemez var. Ve bu arabuluculuk da yani ben bu mücadele lafını biraz sanki abartılı bir lafmış gibi duruyor ama yani orada o arabuluculuk rolü için bir şey koymak gerekiyor yani enerji ve bu proje ile de tabiî ki öyle bir enerji koyuyoruz yani uzun bir süredir.

Heval Zeliha Yüksel: Tersanenin olduğu bölge sizin üzerinde projeler yaptığınız alan.  Ne kadar zamandır Haliç Projesi üzerinde çalışıyorsunuz?

Ertuğ Uçar: Bir buçuk iki sene oldu. Camialtı ve Taşkızak bizim bölgelerimiz.

Heval Zeliha Yüksel:  Yani bu sergilenecek baştardanın yapıldığı “göz”de sizin bölgede. Reelde o göz için öneriniz nedir?

Mehmet Kütükçüoğlu: Bizim teklifimiz şu: Venedik’teki mekanı İstanbul’daki içine alan bir takım kirişler sallandırdık. Şu anda orada duruyor o kirişler ve onları oradan almasak ve bu gemiyi tekrar aynı bu göze getirsek, fikir o. Ve bu master plan içinde bir alandan öteki alana geçiş olarak düşünüyoruz. Dolayısıyla böyle yarı kapalı yarı açık bir alan ile tersane müzesinin bir parçası olsa içinde bu objeyle birlikte diye düşünüyoruz. İnsanlar bunun yanından, etrafından geçseler biraz böyle belki başka bir içerik falan da koyabiliriz. Çünkü biz tersane müzesinde bir binaya hapsedelim diye düşünmemiştik. Tersane müzesini acaba tüm tersaneye yayabilir miyiz diye düşünüyoruz. İçine başka bir program girse de o programların her zaman bir parçası o müzenin olması amacımız. İşte burası elektrikhaneydi işte burası halat kısmıydı. Ve böylece orayı gezerken bütün alan tersane müzesi gibi çalışsa ne iyi olur diye düşünüyoruz. Burası da onun merkezi olabilir tam ortada duruyor çünkü. Yani o iki tersanenin ortasında iki tersaneyi birleştiren bir mekan diyebilirim yani Camialtı ile Taşkızak’a bağlı bir mekan bu müzenin merkezi gibi olsa… Düşüncemiz bu.

Ertuğ Uçar: Ben bir şeyi tamamlayacağım yani cephede olmanın elbette ki anlattığım tarafı da var, yani insan onu da söylemek istemiyor yani o kadarı da anlaşılsın. Sonuçta bu projeler arasında ilişki var mı yani tabiî ki var mesela soruyorlar öyle. Orada da Teğet demiştim yani bir arkadaşını diğeriyle tanıştırmak gibi o kadar doğal bir şey ki…

Feride Çiçekoğlu:  Ama tartışmanın o sığlık düzeyi insanı üzüyor yani ben kendi adıma bunu söyleyebilirim. Çünkü amaçlardan bir tanesi de konuyu buradaki sığ tartışmanın dışına çıkarıp uluslar arası mimarlık camiasının tartışma alanına taşımaktı. Çünkü burada işin içeriğine ve ne yapıldığına değil sadece daha başka, işin dışından gelen verilere bakarak tartışma yapılıyor.

Namık Erkal: Tabi Türkiye’nin politik durumunu düşündüğünüz zaman bazı şeyler de nereye kadar temsil edilebilir, mimari bunun ne kadar temsil alanı olabilir o da tabi tartışmalı.

Feride Çiçekoğlu:  Temsili bir kenara bırakalım, çözüm alanı olarak mimarlık daha da enteresan. Yani öyle bir çözüm alanı değil ki mimarlık.

Namık Erkal: Nihai olarak bu nesnenin kendisini Cemal Emden’in çektiği resimden görüyorsunuz, muhakkak o şekilde yorumlanacak yanı da var yani bunun Türkiye’nin içinde bulunduğu mülteci krizinden bağımsız yabancılar tarafından okunacağını düşünmek doğru değil bence. Tamamen yoruma açık o yüzden soyut değil bir nesne olması çok akıllı bir şey. Yani bu baştardanın kendisi kesinlikle mülteci krizi üzerinden yorumlanacak zaten.

Heval Zeliha Yüksel: Yapılan işi biraz anlatabilir misiniz? Boyutları nedir? Hangi malzemelerden üretildi? 

Ertuğ Uçar: Otuz metre uzunluğunda dört buçuk metre genişliğinde iki buçuk metre yüksekliğinde bir nesne çıktı ortaya. Aslında baştan beri haftalarca süren toplantılarda buraya ne yapacağımızı yavaş yavaş oluşturduk. Malzemesi de tersanedeki atıklardan oluşuyor. 600 parçadan oluşuyor. Tersanede bugün kullanılmayan malzemelerden olmasında, mümkünse de teknelerle ilişkili malzemeler olmasına özen gösterdik. Bir yandan büroda bir şeyler konuşurken ve çizerken bir yandan da tersaneye gidip bakıyorduk çünkü tersanenin üzerinden zaten birkaç kere hurdacılar geçmiş, orayı terk eden çeşitli kurumlar da zaten malzemelerini almışlar, alamadıklarını ihale etmişler, hurda ihalelerinde satmışlar, aslında bir şey kalmamış görünüyordu. Fakat o kadar büyük bir yer ki ve o kadar da derinlikleri de var ki, bir yandan da hep o umudu koruyorduk hani buradan bir şeyler çıkar diyor gidiyor ve bakıyorduk. Aslında kimsenin, sonradan geceleri gelen hırsızların da almaya değer görmediği bir yerlerde tahta parçaları ufak tefek mobilyalar idi bulduklarımız. Fakat sonradan bir takım malzemeler bulduk bir hangarın derinliklerinde, ya da bir duvara asılmış, bir çöp yığınının altında.  Mesela duvara asılı bulduğumuz endazeler baya önemli parçalardı. Bir şekilde kalmış ahşap parçalar. Çoğu da orijinal kalıpla üretilmiş. Yani orijinal kalıp da şu demek; teknelerin metal parçalarının aynıları bunlar. Bittiğinde mesela bir lumboz çerçevesi olacakmış bulduğumuz parça onun aynısı. Aslında bunu üretme tekniği de ilginç. Çok detaya giriyorum belki ama bir kasanın içine kum dolduruyorlar, sonra bu parçayı bu kalıbı bunun içine koyuyorlar, sonra kumu da özel bir doğadan elde ettikleri malzemeyle sertleştiriyorlar, sonra ahşap kalıbı çıkarıp kızgın demir döküyorlar, kum da buna dayanıklı olduğu için çok ideal bir hammadde. Ve bunların da 1950’lerden 1960’lardan kalan kalıplar olduğunu söyleyenler var. Bunlar ahşap, renkli parçalar, renkleri de bir takım kodlar demek. Yani makine dairesinde kullanılan metal parçalar mavi, güvertedekiler sarı gibi…

Heval Zeliha Yüksel: Siz de parçaları yerleştirirken renklere göre öyle bir ayrıştırma yaptınız mı?

Ertuğ Uçar: Yok yapmadık öyle bir ayrışma. Ama insan renklere bakınca ya birisi mi boyamış diye düşünüyor.

Mehmet Kütükçüoğlu: Tabi simule ettik her şeyi.

Ertuğ Uçar: Sanatçı olsa çizmeyebilir yerinde asardı. (Gülüşmeler)

Mehmet Kütükçüoğlu: Yani mimar olduğumuz için çizdik bunu. Parçaları birer birer, ilk önce hepsi modellendi ondan sonra. Cephe, plan,kesit her detay çizildi. Ve bu çalışma da sergilenecek. Sırf çizilmedi kiloları da hesap edildi çünkü belli sınırları var.

Heval Zeliha Yüksel: Peki ne ağırlıkta bir nesne çıktı ortaya?

Feride Çiçekoğlu:  Dört ton

Mehmet Kütükçüoğlu: Mecbur yükün nasıl dağıldığı önemli idi. Hem bizim burada kurduğumuz konstrüksiyon, hem de Venedik’e taşıdığımız kısmı ve Venedik’teki binanın çatısına yerine yükleyeceğimiz yüklerin hassas bir hesabının yapılması gerekiyordu.

Heval Zeliha Yüksel: Ben itiraf edeyim ortaya çıkan resmi gördüm ve maket ile ortaya çıkan nesnenin hiçbir alakası yok. Sanki hayalet bir gemi gibi geldi…

Mehmet Kütükçüoğlu: Maket ne içindi biliyor musun? Maket yapım prosesinin modeli idi. Bu açıdan doğru. Yani burada tersanenin debrisinden bahsediyoruz, bu da bürodaki debri yani kırık bir printerdan uyarlanmış parçalar. Ve orada hafif emprovize şekilde bir araya geliyor. Hani şeye benziyor hani mühendisler maket yapar ya benzemez aslına diyelim köprü yapıyor ama maket o köprüye benzemez, sadece performansını modelliyor. Bu da öyle bir şey yani yanlış anlaşılmasın, bizim gelecekte yapacağımız sürecin modeli idi aynı zamanda. Renk konusunda da o parçalar şanslı diye düşünüyorum çünkü çöpten yapılma bir gemi çöp gibi görünen bir gemi hoş olmayabilirdi. Burada işin içine renklerin girmesi, belli bir form dilinin olması bunun böyle bir çöp gibi meczup bir şey değil de, insanı içine kapatan değil de hayallere dalmasına da sebep olan bir görüntü ve doku yarattığını düşünüyorum.

Feride Çiçekoğlu: Masal gibi biraz.

Heval Zeliha Yüksel: Aslında projenizin romantik bir yanı olduğu doğru. Yani şöyle işte hayallere daldırıyor, bir yerlere gidiyor, 19. yüzyıldan bir şey alıyor buraya getiriyor. Kendisi yok ama sureti var…

Ertuğ Uçar: Bir de kalıp olma özelliği çok önemli. Onlar bugün sağda solda gemilerde denizlerde geziyor olabilir yani bilemeyiz.

Feride Çiçekoğlu: Onlar aslında denizlerde gezen şeylerin başlangıç noktaları. Onları doğuran figürler, bir taraftan öyle doğurgan bir yanı da var.

Namık Erkal:  Şöyle bir durum var, gemi tersaneyi belirliyor tersane de gemiyi belirliyor o tarihte. Yani; mekan gemiyi gemi yapımı da mekanı belirliyor. Bunda da tabiî ki aslında belli bir yükün ötesinde asma zorunluluğu yani üçüncü boyut kazanması buradaki Venedik’teki “göz”ün bazı kısaslarına bağlı. Yani dolayısıyla orada da mekan ile bir diyalog var. Yani kendi kendine götürülüp oraya konmuş bir şey değil, o anlamda tersane de gemiyi yapıyor yani.

Eklemek istedikleriniz neler?

Feride Çiçekoğlu: Ben eklemek isteyebilirim, yani oradaki tersane sanat, kültür ağırlıklı, bağı kuruyoruz, buradaki de öyle mi olsun mevzusu. Hem evet hem hayır. Aslında oradakini bir ideal model olarak görmüyoruz biz, oraya da yönlendirdiğimiz bir eleştiri var, bunu da daha önce dile getirdik. Orası yılın bazı zamanları ve günün bazı zamanları yaşayan bir yer, aslında kalan zamanda da ölü bir yer, müze kent diyoruz ona. Yani buradaki, bu İstanbul’un parçası olmuş olmanın getirdiği canlılık, hareket, bütün eleştirilerimize rağmen bir taraftan pozitif bir yan da taşıyor çünkü sürekli canlı ve sürekli değişen bir yer. Dolayısıyla bu ikisi birbirinden ne öğrenir diye bakıyoruz. Yani burası ölü olsun gibi bir hayal yok, projenin çıkış noktası da o değil. Yani buradan oraya o baştardayı gönderip, sonra da hikayelerle birlikte geri çağırdığımızda, hani az önce anlatıldığı gibi, tek bir binaya sıkışmamış keşke olabilse, bütün tersane alanına yayılmış, tersanenin hafızasını geniş alanda temsil eden, şehri içine alan, farklı bir dokunun parçası olsa. Tabi yani hiç o şeyden yola çıkmak istemedik biz zaten, bugünkü jargondan çıkmak istemedik. Yani işte mülteci sorunu veya cephe bugün tanımlandığı biçim o. O jargonun içine tıkandığınızda, tıkanmak diyeceğim ben ona, yine benzer şeyler çıkar. Halbu ki daha geniş bir alandan baktığınızda başka bir çıkış yakalamanız mümkün.

Heval Zeliha Yüksel: Sizin Aravena ve bu yılın temasına yorumunuz da burada ortaya çıkıyor.

Ertuğ Uçar: Evet yani mücadele illa sadece orada değil. Orada da var burada da da var öbür tarafta da var. Bunlardan birinin hikayesini anlatabilirsiniz ve o böyle hafif dolaylı bir hikaye olabilir, bir inceliği olabilir. Aslında bu projeye faydası olsun diye yapmıyoruz yani bunu öyle başlamadık ama belki de başka türlü diyaloglar kurulmasına bir şey yapabilir, başka bir katman yani. Yani mimar sadece mesela diyelim burası için işverene bir şeye zorlayabilir bazen şöyle yapalım, işte bunu kamuya açalım, çoğu kez de bunu yapmanın aracı olarak konuşur sonra çizim yapar falan ama hiçbir şeyin garantisi değil bunlar. Bunun yanında başka beklenmedik hafif yandan araçları da olabilir mesela bir araç olsun diye yapılmaz ama bir amaç da yapılmaz ama belki sonunda bunun bir aracı olabilir, başka türlü bir muhabbet kurulmasını sağlayabilir yani.

Feride Çiçekoğlu: Bir köprü daha kuralım, tabi yine Teğet Mimarlık’ın yaptığı deniz müzesi var ve basın toplantısı orada yapıldı. O da tesadüfi bir şey değildi, bilerek isteyerek seçilmiş bir şeydi. Çünkü orada da yine bir göz mantığına dayandırılmış bir tasarım var.

Mehmet Kütükçüoğlu: Ben de yine bu kentsel dönüşümden, insanların ve grupların birbirini dönüştürmesi meselesini söyleyeceğim. Yani cephe öyle bir yer diye düşünüyorum. Mesela geçen gün hayal ediyordum işte ideal bir devletimiz olsa, içinde ideal iş adamlarımız, işverenlerimiz ve ideal mimarlarımız buluşsalar, güllük gülistanlık bir ortamda iş yapsalar falan nasıl olurdu. Yani açıkçası hiç ilgimi çekmiyor. (Gülüşmeler) Yani esas mesele güzel olan bizim de dönüşeceğimizi hesaba katarak bu cephede birbirimizi dönüştürebileceğimiz. Yani şu hiç hoşumuza gitmezdi diye düşünüyorum, her şey hazır, mimar bey sanatçı kişiliğinizle gelin şu son çiviyi çakın falan. Böyle bir şey yok Allahtan da yok da diyebilirim yani bizim için.

Feride Çiçekoğlu: Bu kadar da uzağına düşmese fena olmayabilirdi (Gülüşmeler)

Mehmet Kütükçüoğlu: Sonuçta bizim işler de genelde böyle hafif zorlu ve sıcak cephede oluyor genelde. Cephede mücadele ediyoruz. Ve mutlaka bir yerinden bir kaporta hafif yamuluyor bir şeyler oluyor. Hem bizim yamuluyor hem bizimle birlikte bize karşı olanların hem binanın falan, ama oluyor ve bunu göze almak gerekiyor yani öyle bir rolde olduğumuzu düşünüyorum.

Konseptle sonuç arası hep fark olur. Sizce sonuç nasıl oldu? 

Feride Çiçekoğlu: Eğer orada doğru düzgün kurulabilirse ve bu olabilecek gibi görünüyor. Konseptle vardığı nokta arasında benim gördüğüm çok az hasar gören bir proje belki bunu söyleyebiliriz.

Heval Zeliha Yüksel: Peki Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye pavyonunun olması neden önemli?

Feride Çiçekoğlu: Türkiye’deki mimarlık tartışmasının uluslar arası mimarlık platformuna taşınması herhalde için çok iyi bir mecra. Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörü inşaat sektörü olduğunu biliyoruz ama bunun içinde mimarların  payı, söz hakkı, estetik olarak katkısı çok az. Yani belki de bu açının en talihsiz olduğu ülkelerden bir tanesiyiz, en açık olduğu. Çünkü tamamen başka faktörler ve esas olarak da müteahhitler belirliyor süreci. Müteahhitler de zaten karar mekanizmalarının kilit noktalarında oluyor. Yani iktidarla mimarların arasının en açık olduğu dolayısıyla da bu çevrede gördüğümüz yapılaşmanın da mimarlık okullarında öğretilene en uzak olduğu biR kesitte yer aldığını söyleyebiliriz abartıyor olmaz isem. O açının kolunu kapamak için bence iyi bir fırsat bu bienaller.

Ertuğ Uçar: Yani dünyayla bağın sıkılaştırması için çok fazla olasılık yok, bu da onlardan biri. Çok da geç kalınmış yani ikinci kez. Sonuçta neyin kimin gideceği konusu, neyin gideceği, hangi konunun gideceği tartışmaları bu sene ne kadar şey oldu değil mi niye bu gidiyor öbürü gitmiyor fala insanlar öyle konuşuluyor. Bu da bir yandan iyi bir şey yani böyle bir kendi içimizde bir şeyleri bence tartışmak için ciddi bir fırsat sunuyor. Bir de orda karşılaşıyorsunuz diğer ülkelerle, yani önemli bir şey. Yani ben zaten biz ikimizin de şu ana kadar söylediklerimiz buraya olan katkısı, yani sonuç ürün değil de yolda olanlar.

Namık Erkal: Bu serginin kendisi Türkiye Pavyonu’nun aslında mekanına bir anlam katıyor, bu söylenebilir. Yani orada bir gözün Türkiye’nin mekanının olması ve İstanbul ile alakalanmasının altını çiziyor. Tek söylenmesi gereken çünkü eminim onu söyleyenler çıkacaktır eleştirmek için. Bunlar, burada da çok dönüştürülmüş mekanlar, burada da ikinci katlar eklenmiş. Biliyoruz ki orası bir göz mekanı ve dönüştürülerek ikinci katı oluşturulmuş, burası yeni inşaat alanı değil çıkabilir, o yüzden.

Mehmet Kütükçüoğlu: Şöyle bir durum var mesela Anglosaksonlar için Batı için mimarlık aslında tamamen bütün dünya onların alanı ki öyle olması lazım. Yani mimarlar dünyanın her yerinde çalışmalılar, iş yapmalılar, yani sadece kendi bölgende iş yapıyorsun diye bir şey yok. O yüzden mimarların bütün dünyada iş yapmaları ya da bütün dünyadaki işlere de maruz kalmaları çok önemli. Ve Türkiye böyle mimarlık milli sınırlar içine hapsolmuş bir meta, bir servis olarak ve hala da kırılamıyor bu kabuk. Böyle bir algı vardı ve bu algının değişmesi için bu tarz hamlelere ihtiyaç var. Biraz görüyorsun dışarıda yapılanı, sen de onların yanına bir şey koyuyorsun, gelirken oradan bir dolu şey getiriyorsun falan, bunun için iyi bir adım Venedik, bir mekan sahibi olmamız.

Heval Zeliha Yüksel: Proje ile verilmek istenen mesaj Türkiye’ye katkısı bağlamında kısa bir cümle ile özetleyecek olursak… Hangi cümle olurdu?

Feride Çiçekoğlu: Suya sınır çekilemez, sözcükler arasına tel örgü gerilemez… Bugünkü çatışma ve cepheleşme ortamında, hem Türkiye’ye, hem Avrupa’ya hatırlatmak istediğimiz tema budur. Katkısı olur, olmaz, onu bilemeyiz ama niyetimiz budur. Sözcüklerde ve mimari formlarda seçtiğimiz melezlik kavramıyla, cepheleri eşiklere ve uzlaşma alanlarına çevirme hayalimizi dile getiriyoruz. Projemizi günlük ve gündelik politikanın sınırları dışına çekmek istiyoruz. Foucault’dan alıntıyla bitirelim: “Teknesiz toplumlarda hayaller kurur” diyor. Bizim teknemiz Venedik ile İstanbul arasında hayal kurdurmayı amaçlıyor.

Heval Zeliha Yüksel: Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın