SERGİ MEKÂNLARI ÜZERİNE HAN TÜMERTEKİN İLE SÖYLEŞİ

Sergi mekânlarının değişen mimarisine dair bir dosya konusu hazırlamaya başladığımızda aklıma ilk gelen isimlerden birisi usta mimar Han Tümertekin oldu. Salt Beyoğlu ve Salt Galata’nın kente kazandırdıklarını, yeri ve yeni bir akımı temsil etmesi itibariyle Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi davetli yarışması için ürettiği konsept projeyi konuşmak istedim öncelikle. Bu projeler bağlamında kendisinin bir konuyu nasıl ele aldığını, bu projelerdeki tecrübelerini ve sanat yapısının şehir ile kuracağı ilişkinin öneminde mimarın işlevini içtenlikle anlattı…

Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir mekân çevresinden, konteksinden bağımsız var olamaz.

  • Sizin için sergi mekânlarının olmazsa olmazları nelerdir? Bir müze ya da sergi yapısının mimarisi nasıl olur?

Bir saplantımdan söz ederek başlayacağım. Her yapıyı, tam bulunduğu noktaya bağlama konusunda saplantılıyım. Belirleyici olan öncelikle: “Neredeyiz?”, “Oraya nasıl geliyoruz?”, “Oradan nasıl ayrılıyoruz?”… Öğrencilerimin proje sunuşlarını dinlerken yaptığım tipik müdahale budur. Hep binaya gelirler, binayı nasıl terk ettiğini kimse anlatmaz projelerde ve onları uyarırım: “Tamam girdik, hadi şimdi bir de binadan çıkalım.” Bu müdahalemin temeli de aynıdır; orayı yani o spesifik yeri nasıl kullanacağımız önemlidir. Buradan yola çıkarak jenerik, genel, sergi mekânı şöyle olur veya olmalıdır diyecek yapıda biri değilim. Her sergi mekânı bulunduğu konumla doğrudan ilişkilendirilmek zorundadır benim için.

  • Mimarla sanat arasında gerilim olduğundan bahsedebiliriz. Yapı mı öne çıkmalı yoksa eser mi öne çıkmalı?

Yine spesifik olma durumundan kademe kademe cevap vereceğim. Bir süredir verdiğim bir kaç uluslararası konferansın adını “hiperspesifisite” olarak tanımlamış durumdayım, spesifik olmak yetmez çok ileri düzeyde spesifik davranmalıyız. Bu benim sadece mimarlıkta ve mekân oluşturmakta kullandığım bir şey değil, gündelik hayatımda da, herhangi bir gündelik konuşmamda da genel konuşma yönelimi oluştuğu anda müdahale edip spesifik konuşurum. “Şu noktayı konuşalım” uyarısı yapan biriyim. Oradan yola çıkarak; sanat, mimarlık ya da sanatçı, mimar ya da küratör ile arada bir gerilim olduğu gerçeğini görüyorum, yaşamış biriyim umarım yine yaşarım ve üstesinden gelmeyi başarırım. Bir başka davranma şekline geri dönersem kişilerin dile getirdiği taleplerdense durumun gerektirdiği şeyleri deşifre etmek onları ortaya çıkarmakla meşgul biriyim. O zaman bir küratörün ya da sanatçının ya da müze danışmanının veya bir başkasının bana durumu aktarma şekliyle çok ilgilenmem. Ortak olarak kabul ettiğimiz o gerilimin temelinde oradaki egoların çatışması vardır büyük çaplı.

  • Ego çatışması olarak yorumlanması bir ilk olacak…

Çünkü hele ki sanatta yer alanlarda yaygın karakteristik özellik çok gelişmiş egolara sahip olmaları. Şu değil de bu sanatçının ya da şu değil de bu mimarın, kendini farklı kılmasının temel nedeni olan ego ne yazık ki denetlenme konusunda çok zor bir özellik. Tarafların bu karşılaşmada egolarını bastırmayı başarmaları ya da en azından taraflardan birinin, örneğin kendi egomu kontrol etme bastırma ile gerilimi düşürmesi. Bu aslında karakter özelliğim olmasından öte tasarım metodolojisi olarak algılanmalı. Taraflardan en azından biri sakin bir şekilde “Buranın gerek duyduğu şey nedir?” diye sorabilmeli. Ve yine o mekân her ne kadar, sanatın sergilenmesi ya da içinde yer alması için tasarlanıyor olursa olsun tek boyutunun bu olamayacağı gerçeğinin masaya konması çözüme yaklaşma konusunda kullanışlı bir durum. Doğal olarak o sanatsal etkinliğin başındaki kişi küratör olabilir ya da sanatçı, mimarın karşısına oturan her kimse, işveren konumundaki kişi ya da kişiler doğal olarak tümüyle konsantrasyonlarını kendi ihtiyaçları üzerinden geliştirirler. Ama yine biliyoruz ki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir mekân çevresinden, konteksinden bağımsız var olamaz. Dünya bir bütündür, parçalanmış bir bütündür ama dünya tektir, benim için de mekân tektir. O zaman ister var olan bir yapının örneğin salt projelerin içinde sanatı var etme sorunuyla karşı karşıya olalım, ister salt sanat için bir yapı tasarlayalım; işin bu boyutu tabi ki o binayı var etme nedeni olarak önemlidir. Ama çevre vardır ve o çevreyi de hesaba katmak gerekir.

  • Siz Salt Galata ve Salt Beyoğlu’nu yaparken nasıl yaklaştınız bu konuya? Onlardan önce bir sanat yapısı tasarlamış mıydınız?

Taksim Sanat Galerisi vardı ama yıkıldı sonunda. Önce Salt ile yürüyelim, kronolojik gitmiş oluruz. Salt’lar en büyük kullanıcı testine tabi olmuş sanat mekânı tasarımları oldu; uluslararası tepkilere de muhatap olduğu için.

Salt Galata ve Beyoğlu
  • Salt’lar çok ses getirdiler, çok yayınlandılar, sayısını bilmiyorum çok ziyaretçileri oldu…

Evet, dünyada farklı yerlerdeki karşılaşmalarımda “Oranın mimarı senmişsin” diye veya verdiğim uluslararası bir konferansta yanıma gelenlerden “Ben İstanbul’a iki günlüğüne gitmiştim, yarım günümü de orada geçirdim” türünde ilginç tepkiler aldığım oluyor. Küratör Vasıf Kortun en başından beri vardı. O bizi çok yönlendirdi. Dolayısıyla bina ortaya çıktığında, değerlendirme yapılan bir konumda değildi. İlk defa Garanti Bankası; “Biz şehrin ortasında iki 19. yüzyıl yapısını şehre bir hediye olarak kültür mekânlarına dönüştüreceğiz” dediklerinden itibaren küratör vardı. Bu tabi işimi hem kolaylaştıran ama az önce söz ettiğim tarafların egolarının yönetimi açısından da zorlaştıran bir şeydi.

  • O dönemde çok zorluk yaşadınız mı?

Hayır. Ben bunların hiçbirini zorluk diye adlandırmam çünkü projenin verileri bunlar. Nasıl ki o bina orada duruyor ve bu gerçeği değiştiremezsem, Bankalar Caddesi’nin yokuş olması da bir veridir benim için. Böyle yaklaşırım. Proje sürecinde yer alan aktörlere de, topografyaya da bir veri olarak yaklaşırım. Uluslararası çapta tanınmış, kabul görmüş, işini iyi yapan bir küratör olması nedeniyle Vasıf Kortun’un ne dediğini ciddiye alıp dinleyip, onları da veri olarak projenin içine katmak gerekiyordu. Bu ilişki önemli bir veri ve sonuçtaki başarının da ciddi bir girdisiydi. Bu bilgiyi o mekânlara yerleştirirken önce binaların kendi mekânsal değerlerini açığa çıkarmak gerekirdi. İlk yapılan bunu sağlamak ve de eklentileri ayıklamak oldu. Binanın mekânsal gücünü içinde yer alacak sanatsal etkinlikleri bastırmayacak, onları aksine daha görünür ve nitelikli kılacak şekilde ayarlamak gerekiyordu. Oranın temel sorunu oydu. SALT’ların her ikisinde bütün konsantrasyonumuzu buna kullandık. Bunu noktada bir şeyi daha vurgulamakta yarar var: Altı, yedi farklı mimar ve tasarımcıyı da projenin içine sokma kararı vardı ilk günden beri. Belli aralıklarla bazı kısımların değiştirilmesi gerekiyor denmişti. Kütüphane, tuvaletler, genel resepsiyon bankosu, oditoryum gibi. Bazı mekânlar da farklı gruplara dağıldı. Pek çok mimar için büyük bir zorluk olabilecek bir durumu da yöneterek bir değere dönüştürdük.

  • Peki, Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi için de bir konsept dizayn ürettiniz. Süreç nasıl oldu?

Bu bir sınırlı yarışmaydı, dünyadan 4 ekip davet edildi. Davetliler arasında Türkiye’den katılan tek ekiptik. Yine işlevinden bağımsız olarak öncelikle içinde yer alacağı ilişkiler temelinde başladık projeye, tabi ki ne olacağını biliyorduk. Ama temel veri –Pervititch haritasında da göstermiştik sunuşumuzda-, geçmişte büyük çapta boş kalan arazinin o bölgenin yoğun bir yapı dokusuna geçtiği noktada yer alıyor olmasıydı. Dolayısıyla öncelikli konu bu ölçek düzenini yönetmek üzere kuruluydu. Eski tarihte boş alan olarak duran sonra da üzerinde fabrikaların yer aldığı bu büyük parseller artık fabrikaların oradan taşınması sonucunda belli yapılaşmalara sahne oluyordu. O yapıların ölçekleri yakın çevrelerindeki ölçeklerden çok farklı ve Koç Modern Sanatlar Müzesi bu iki bölgenin kesişme noktasında yer alıyor. Biz öncelikli olarak yapının değil de yapıların oluşturduğu bir müzeyi doğru bulduk, ölçek geçişini yönetebilmek için sergileme alanlarının ve çok amaçlı black box’un yer aldığı büyük boşluklardan oluşan bir kütle ile daha küçük bir kütleden oluşan bir sokak yarattık.

  • Black box nedir?

İşverenin tabiri bu. İçinde çeşitli etkinliklerin yer alabilmesi için donatılmış boş bir kutu. Gün ışığına ihtiyacı yok çünkü her farklı kullanımın gerektireceği ışık yapay aydınlatma ile sağlanıyor. Sokağın bir cephesini oluşturan sergileme binasında galeriler ve “black box” yer alırken karşısındaki az katlı binada yönetim, kafe, müze dükkanı ve dönemsel sergi mekânları yer alıyor. Büyük yapılar dizisi olarak ilerleyen kentsel dokuyu ona eklediğimiz son bir kütle durdurduk. Sokağın karşısında ise yakın çevrenin az katlı ve yoğun yerleşmesine uygun boyutta bir yapı ile ölçek değişikliğini yönettik. Bu çözüm binaya girmeden önce müzeye girişi sağlıyor. Sokaktan geçen herkes müzenin içinden geçiyor…

  • Yani sizin yine en başta söylediğiniz gibi nasıl giriliyorsa bir şekilde çıkışı da başından düşünülmüş ayarlanmış, organize edilmiş, şehir ile bağlantısı kurulmuş…

Şehirle bağlantısı çok güçlü şekilde çalışılmış ve kurulmaya çalışılmış bir şey söz konusu. Seçilen projede tam içinden geçmiyor ama o da iki kütleyle çözmüş. Diğerleri tek kütle olarak çözmüş. İkinci konu yine benzeri binaların temel sorunu olan içeride sergi mekânlarında duvar yüzeyine ihtiyaç olduğu için bu içe dönük durumun cepheye yansımasında ortaya çıkan büyük sağır cepheleri yok etmek idi. Biz sergileme bloğunun içindeki tüm yaya trafiğini cepheye taşıdık. Yine şehirle ilişki kurma bölgesi olarak. Bu yıllar önce şimdilerde yıkılmış olan Taksim Sanat Galerisi’nde uyguladığımız yöntemdi. Orada da sirkülasyonu cepheye almıştık. Topu topu iki galeri, iki sergileme mekânı vardı, ikisinin arasında da bir rampa vardı. Bir kişi galeriler arasında dolaşırken ve katlar arasında da yer değiştirirken, sürekli kente çıkıp tekrar içeri giriyor, kente çıkıp tekrar içeri giriyor şeklinde bir hareket olacaktı. Yapı önünden geçenlerin sağır bir cepheye ve o cephe yüzeyindeki grafik becerisine dayalı bir kentsel algı oluşturmak yerine hakiki insanların cephede hareket ettiği dolayısıyla cepheyi insanların oluşturduğu bir anlayışla tasarlandı.

  • Şehirle kuracağı ilişki çok önemliydi o zaman?

Temel konu burada şehirle kurulacak ilişkiydi ve şehrin çok hızlı değişmekte olan bir bölgesindeydik. Dolayısıyla bu proje de değiştirecekti kentsel dokuyu.

  • İstanbul’a yabancı bir ekibin projesi seçildi ama?

Yabancı temelinde değerlendirmek ne kadar sağlıklı bilmiyorum, bu bir avantaj da olabilir. Mesafeli durma açısından. Dolayısıyla ben projenin entelektüel kaynağını, yerli ya da yabancı olmasından çok oraya verdiği cevap temelinden değerlendirmekten yanayım. Doğrudan öbür projeyi bu ayrıntıda görme imkanım olmadı ve yorum yapamam. Hele hele kaybettiğim bir yarışmadaki rakibimin tasarımı üzerine konuşmak doğru değil. Yeri gelmişken şunu söyleyebilirim ki biz genel olarak yarışmalarda sunum konusunda biraz tutuk davranıyoruz. Biz büro olarak düşüncemizin emin olduğumuz kadarını sergileyebiliyoruz. Yani emin olmadığımız bölümleri eminmişiz gibi sunma refleksimiz yok, öyle bir becerimiz de yok, biraz abartırsam öyle bir ahlakımız da yok. Ben sonra “Hadi gelin bu binayı çok beğendik, bu binayı yapalım” dendiğinde, çizilmiş olan bir tek çizginin dahi yapılamaz olması ve o nedenle değiştirilerek binanın gerçekleştirilmesi durumunda kahrolurum.

  • Peki, sanatın veya sanat merkezinin bulunduğu yeri dönüştürücü bir etkisi var diyebilir miyiz? Salt’ta siz bunu nasıl yaşadınız?

Kuşkusuz dönüştürücü etkisi var bu tür müdahalelerin. Gerek Salt Beyoğlu, gerekse Salt Galata hem şehrin o bölgesinde, hem de şehrin kültürel hayatında dönüştürücü etkiler yarattılar. Buna giden yolun başında yapıların birer kamusal alan olarak düzenlenmeleri vardı. Mimar o bölgeye yapılacak sanat ve kültür yatırımında söz sahibi değildir ama o işlevleri kolaylıkla ulaşılabilir yapma becerisine sahiptir. Biz de Salt’lardaki mimari müdahalelerimizi büyük çapta girişleri yeniden kurgulamak çerçevesinde yaptık. İnsanların neredeyse yoldan geçerken kendilerini içeride buldukları mekânlar oluşturduk ve bu akışkan dolaşımı binalara yaydık. Böylece yukarıdaki işlevlerin hepsine kolayca ulaşılan bir mekân kurgusu çıktı ortaya. Bu da tabii kullanıcı ve ziyaretçi konforunu farkına vardırmadan arttıran bir etken olarak yapıların kullanımını ve sunduğu programların da çeşitliliğini arttırdı. Dolayısıyla çok sayıda kişiye hizmet vererek dönüşüme neden oldular.

  • Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın