Venedik Mimarlık Bienali’ne Türkiye’den katılım anlamında kısa bir geçmişe sahibiz. Bireysel katılımlar dışında, Türk Pavyonu olarak katılım ise bu yıl ikinci defa olacak. Dünyanın mimarlık bilgisinin içinde ülkenin mimarlık bilgisinin nasıl bir yeri olduğunu anlamak; global bilgiye katacak bir şeyimizin ya da global bilgiden alacak bir şeyimizin olup olmadığını görmek için önemli belki de bu bienale katılım. Bienal temaları başlı başına bir tartışma konusu oluyor. Bienal temaları mimarlık aktarma biçimine dönüşüyor bir bakıma. Tüm tartışmalardan azade farklı disiplinlerden mimarlara Venedik Mimarlık Bienali ile genel görüşlerini aşağıdaki maddeler bağlamında sorduk, kendi hislerini paylaşmalarını istedik.
Mimarlık Bienali hakkında sizin görüşleriniz nelerdir?
Mimarlık tarihi üzerinde oynadığı rol nedir?
Sizde bıraktığı etkiler nelerdir?
Türkiye’nin artık kendine ait bir mekanının olması ve geçen yılın sizde uyandırdıkları hakkında da düşünceleriniz?
Alper Derinboğaz
“Aravena’nın sergisinde olanaksızlıkların nasıl olanaklara dönüşebildiği nasıl küçüğün büyük olduğu, hatanın çözüme dönüşebileceğine dair çok ilham verici şeyler görmeyi umuyorum”
Venedik Mimarlık Bienali’nde gerçekten de kısa bir tarihe sahibiz. Önceki yıllarda genel sergi kapsamında Türkiye’den işler de yer alırdı fakat ulusal anlamda ilk katılım 2014 yılında Murat Tabanlıoğlu küratörlüğünde gerçekleşti. Bu sene de ikinci defa kendi pavyonumuz ile yer alıyoruz. Bu etkinliği “Mimarlığın Oscarı” olarak yorumlayan da, “Mimarlık Fuarı” olarak niteleyenler de var. Yani görünür olmak veya bazı konuları görünür kılmak için önemli bir etkinlik.
Venedik’de bienalden aylar önce başlayan olağanüstü bir üretim söz konusu; sanat bienalinden, tiyatro bienalinden ve birçok başka etkinlikten de fazla; fiziksel veya dijital anlamda üretim var. Almanya Sep Ruf’un evini Venedik’te yeniden inşa ediyor, Koolhaas bütün mimari elemanları dönem ve tekniğine dayanarak yeniden ürettiriyor, Chipperfield birçok önemli yapının birebir ölçekli kesitlerini inşa ettiriyor, binlerce maket, doküman, kitap üretiliyor ve dağıtılıyor. Yan sergiler açılıyor, Venedik’in her köşesine gizlenmiş yerleştirmeler ve resepsiyonlar oluyor. Kurumsal veya butik bütün mimarlık ofisleri de ayrıca ciddi yatırımlar yapıyor. Sonuçta bienal tüm bunlarla birlikte on milyonlarca euroluk bir etkinliğe ve etkinlik sonunda da binlerce ton atığa dönüşüyor. Durum böyle olunca bu büyük organizasyon kapsamında neyi görünür kıldığınız, ne üzerine emek harcadığınız çok önemli diye düşünüyorum. Son iki bienalde Koollhaas ve Aravena bu anlamda duyarlı tercihler yaptı. Geçtiğimiz bienalde Koolhaas “Fundamentals” başlığı ile mimarlık pratiği unutulan, göz ardı edilen veya sıkıcı bulunan değerlerini ve mesleğin gramerini oluşturan mimari elemanları güncel bir bakış açısıyla ve yaratıcı ilişkiler zinciriyle arşivledi. Bu bienal ve dökümantasyonu ofisimizde, okulda kullandığımız ve kullanmaya devam edeceğimiz kaynaklar olarak duruyor.
Aravena ise yine bu kapsamda Avrupa olmayan, mükemmel olmayan, hatalı olan, yarım yamalak olanı ilk defa masaya yatırıyor. Ve bu kırık dökük olanın estetize edilmesinin ötesinde bir hassaslıkla değerlendiriyor. Basın toplantısında şu cümleler geçiyor:
“Yapılı çevrenin ve bunun kaçınılmaz bir parçası olan insanların yaşam kalitesini artırabilmek için kazanılması gereken bazı savaşlar ve genişlemesi gereken bazı sınırlar var. Venedik Bienali 15. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde, mimarlığın bu savaşlar ve sınırlar arasına getirdiği farklılıkların gözlemlenmesini istiyor, bütün zorluklara rağmen, vazgeçme veya yakınma yerine bir şeyler öneren ve yapan örnekleri sunmayı hedefliyoruz.”
Türkiye bağlamında ise bu bienalden öğrenilecek çok önemli şeyler olduğunu düşünüyorum. Hatta bu konuda Türkiye için en faydalı mimarlık bienali olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu konuya paralel olarak Türkiye çok travmatik dönemlerden geçiyor. Son yıllarda gözümüzü de kapasak, kulağımızı de tıkasak her şantiye gördüğümüzde kaldırımı da değiştirsek bütün bir ülke dönüşüyor, sıfırdan inşa ediliyor ve biz bununla yaşamaktan kaçamıyoruz. Birkaç sene içinde tamamen yeni bir memlekette uyanacağız. Her seferinde daha kötüsü olamaz dediğimiz kat karşılığı konut yapılaşmasının veya türevlerinin on kat beteri tasarlanıp (aslında tasarlanmayıp) inşa ediliyor. Bizim ise mimarların ise; belki elimizi çetrefilli işlere bulaştırmak istemediğimiz belki de üretmek, hayal etmek için her zaman umuda ihtiyacımız olduğu için bu konulara pek bulaştığımız söylenemez. Gerek büyük ölçekli kentsel dönüşüm projeleri gerekse hormonlu kat karşılığı apartmanlar olsun sadece hak sahiplerinin haklarını değil kentsel çevreyi de talan eden bir yapılaşma söz konusu. Bu anlamda Aravena’nın sergisinde olanaksızlıkların nasıl olanaklara dönüşebildiği nasıl küçüğün büyük olduğu, hatanın çözüme dönüşebileceğine dair çok ilham verici şeyler görmeyi umuyorum. Ülke olarak, “fırsatçı” demek istemiyorum ama pratiklik ve fırsatları değerlendirme konusunda özel bir yeteneğimiz olduğu su götürmez bir gerçek. Bu anlamda fırsatların sadece bireyler için değil topluluklar için de yaratılabileceğini ve bunun herkesin yararına olabileceğini görmek, göstermek için çok iyi bir üretim alanı olduğunu düşünüyorum bu mimarlık bienalinin temasının. Bu yüzden Aravena’nın sergisini heyecanla bekliyorum.
Türkiye Pavyonu konusu ise bir süredir eleştiriliyor. Ancak Türkiye Pavyonu önerisinin bu konuyla veya bienal ile ilişkisi konusunda pek fikir sahibi değilim. Açıkçası bu konuda yorum yapmak için sergiden sonra konuyu tekrar değerlendirmenin daha anlamlı olacağını düşünüyorum.
Arman Akdoğan
“Mimarlık Bienalleri (Venedik örnek alınırsa) önerilen tema çerçevesinde ülkelere özgün durumları, yorumlayan, yaklaşımları özellikle araştırmalara dayanarak sunan, sergileyen, sorgulatan, konferanslar dizisi ile irdeleyen ve diğer ülkelerle bulgularını paylaşıp tartıştıran, belli bir zaman aralığına ait birlikteliktir”
Öncelikle Bienal sergisinin, çalışmalarının niteliğinin benim için ne anlama geldiğini aktarmak isterim. “Benim” için öznel kısmını vurgulamakta yarar var çünkü anlaşıldığı kadarıyla Bienal üretiminin, sergisinin ne olması gerektiğinin algılanış şekli herkes için problemli olacak boyuta ulaşarak farklılaşmakta. Mimarlık Bienalleri (Venedik örnek alınırsa) önerilen tema çerçevesinde ülkelere özgün durumları, yorumlayan, yaklaşımları özellikle araştırmalara dayanarak sunan, sergileyen, sorgulatan, konferanslar dizisi ile irdeleyen ve diğer ülkelerle bulgularını paylaşıp tartıştıran, belli bir zaman aralığına ait birlikteliktir. Temaya bağımlı olarak kullanıcı, tüketici ilişkileri, toplumun tüm kademelerini ilgilendiren günümüzün sosyolojik araştırmalarını içerebilir, eleştiriler getirip öngörülerde bulunabilir. Bilgi birikimine dayalı üretimi ile toplumsal, siyasal, mimarlık ve şehirleşmedeki değişimler genelde temaları olmasından dolayı “sanat bienali” üretiminden farklılaşırlar.
Türkiye Bienal kavramına 1987 yılında ilk olarak, 1990’larda antrepoların kullanıma açılmasıyla genişleyerek başladı. Sanat öğrencileri için bulunmaz bir egzersiz ve sanatçılar ile tanışma alanı yarattı. Tüm zenginliği ile İstanbul’luların hayatına girdi. Venedik Bienali ise 1968 yılı sanat ve 1970’lerin başından itibaren mimarlık çalışmaları ile bir bütün olup izleyicilere açıldı. Mimarlık ile birlikteliğin sebebini doğal olarak Venedik in küçük nüfusu ve kentin merkezinde barındırdığı Venedik Üniversitesinin sanat ve mimarlık tartışmalarına katkısına bağlamak gerekir. Mimarlık 1980’de sanat bienalinden ayrışıp özgün mekan ve zamanına kavuştu. 1985 yılında Aldo Rossi’nin direktörlüğünde, Eisenman, Libeskind, Venturi/Rauch/Scott-Brown’un üretimleriyle o döneme ait mimarlık tartışmaları için en iyi zemini hazırladı ve ününü pekiştirdi. Bizde ise bu hararetli tartışmalar, diskur üretiminin tamamıyla dışında kalarak yaklaşık 40 yıl sonra, 2000’lerin sonlarında, mimarların hayatına girmeye başladı. Dolayısı ile yaklaşım olarak biraz yolun başında olduğumuz gerçeği mevcut. Venedik’teki tartışmalara katkıda bulunulabilmek için daha çok çalışılacağı, sergiyi gezerken edinebileceğimiz binlerce veriyi ileride kullanacağımızı ümid etmekteyim. Mutlaka görülmesi gereken sergilerden biri olacak.
M. Burak ALTINIŞIK
“Bienali, “doğru” mimarlıkların biriktirilip ithal edildiği bir serbest ticaret bölgesi olarak hayal etmemek gerekiyor”
Venedik Mimarlık Bienali, 1975 yılından itibaren yerel düzeyde, 1980’den sonra uluslararası düzeyde ele alınmaya başlayan, kendi prestijini ya da farklı biçimlerdeki şöhretini iki yılda bir ele aldığı spekülatif temalar, sergiler, projeler, yöneticilikten küratörlüğe doğru evrilen isimlerle inşa etmiş, global sayılabilecek bir mimarlık olayı; mimarlık ortamının belirli bir andaki ajandasına ya da domine eder görünen hallerine, o anki şimdilerin yönelimleri, heyecanları, hezeyanları, ilgi yoğunlaşmalarına dair bir tarama, zaman zaman saf biçimsellik ve dışlayıcı retoriklerle karakterize olabilen, zaman zaman da mimarlığa dair politik pozisyon inşasına yönelik jestler; bir kısmı belirli kümelenmeler gösterebilen tikel kültürel denemelerden oluşan bir çoğulluk panoraması; dünya kültüründe olup bitenler: anekdotlar, takıntılar, hayaller, girişimler, çabalar, yakın zamanlardaki üretimlerin dışsallaştırıldığı, maddileştirildiği, açığa vurulduğu, sorunsal başlıklarla didaktik ya da pedagojik ele alışlar eşliğinde beliren, düşünsel öneriler, kuramsal sorgulama hatları ve inşaat ya da yapım stratejileri, politikaları ile yoğrulmuş bir yarı-kamusal alan. Bir yanıyla mimarlığı popülerleştirme çabası diğer yandan mimarlığın akademik bölgesinde olagelen gelen ya da ortaya çıkan yeni araştırma kanallarını, tarih deneylerini ya da denemelerin tarihlerini açma, genişletme, meşrulaştırma yönünde girişimler.
Bu girişimlerin mimarlık tarihi üzerinde oynadığı rol üzerine yaygın kabuller ve karşılıklar üretmek henüz çok kolay değil gibi görünüyor. Bunun için oldukça karmaşık olduğu söylenen arşivlerin araştırmaya açılmak üzere derlenmesi gerekiyor ki bu yönde 2010’dan bu yana bir dizi çalışma yapıldığı ifade ediliyor. Birinci bienal olarak adlandırılan Barok tarihçisi ve mimar Paolo Porthogesi’nin “Geçmişin Mevcudiyeti” (The Presence of the Past) başlıklı sergisinin ikonik bileşeni “Son Cadde” (Strada Novissima), bienal sonrasındaki postmodernizm tartışmaları ve açılımlarına dair kritik bir eşik olduğu yönünde araştırma ve söylemler mevcut. Mimari temsilin ve sergileme alanındaki sıkışmaların aşılabilmek için ne tür girişimlerde bulunulduğu, ne tür dönüşümler geçirdiği, içinde aktığı toplumsal-kültürel dinamiklerin kullandığı mecraları hangi biçimlerde kendi alanına aktardığı, bunların ne tür etkileri olduğu bugün veya ileride ele alınabilecek araştırma, tartışma, spekülasyon başlıkları olabilir. Bu yönde gelişebilecek adımlar için 2010 yılında Aaron Levon ve William Menking’in bieanal yürütücüleri ile yaptıkları değerlendirme söyleşilerinden oluşan “Architecture on Display: On the History of the Venice Biennale of Architecture” (Vitrindeki Mimarlık: Venedik Mimarlık Bieanali’nin Tarihi Üzerine) başlıklı kitapta çeşitli nüveler bulunuyor.
Ülke pavyonlarının bienale dahil oluşu Francesco Dal co’nun yürütücüsü olduğu 5. bienalle başlayan bir genişleme, uluslararasılığı teşvik etme stratejisiyle başlıyor. Söz konusu strateji, Venedik Bienali ve Milan Trianeli arasında İtalya yereli seviyesinde ortaya çıkan bir kültürel rekabetin meşruiyet çerçeveleriyle ilişkili de olabilir. Venedik’in Milan’a göre daha enternasyonal bir şehir olduğu iddiası bienal yöneticilerinin sık dile getirdikleri bir iddia. Bu açıdan bienal bünyesine diğer ülkeleri pavyonlar düzeyinde dahil etmek, en azından başlangıçta, bienale geniş açılı bir perspektif kazandırmakla ilgili bir girişim olduğu düşünülebilir. Bu sayede uluslararası bir diyaloğun, etkileşimin ve değişimin önünü açmak, yine dönemin yürütücü aktörleri tarafından dile getirilen bir önerme. Öte yandan, İtalyan Devleti’nin resmen tanıdığı ülkelerin kullanımına açtığı ulusal pavyonların Arsenale’deki yapı stokunun restorasyonlarını sürdürebilmek için de pragmatik bir imkan gibi görünüyor. Her ne kadar 2000 sonrasında özel finansmanlar aracılığıyla devlet etkinliğinin azalmış olduğu ifade edilse de, başlangıçta devletin resmi olarak bienal içinde varlığının bir biçimde olmasına bağlı olarak, bienalin bürokratik yapısı içinde muhatap anlamında ülkelerin kültür bakanlıklarına denk düşen resmi yapılar, belirli bir temsiliyet talebi ya da beklentisi üretmiş gibi görünüyor. Buna rağmen, ülke pavyonlarını ulusalcı temsiliyet ile çerçevelemek yerine, zorunlu olmamakla birlikte verili temaya dair o coğrafyalarda farklı aktörler tarafından üretilmiş işlerin içerdiği düşünülen nüansların kısmi bir seçkisi olarak değerlendirilmesi daha anlamlı olabilir. Bir başka deyişle, bienali, “doğru” mimarlıkların biriktirilip ithal edildiği bir serbest ticaret bölgesi olarak hayal etmemek gerekiyor.
Türkiye’nin kendine ait bir mekanın olması önemli sayılabilecek bir imkan gibi görünüyor ancak amaçlar ve yapılacak olanlar açısından bu imkanın nasıl değerlendirileceği şüphesiz daha önemli bir konu. Bienal hazırlıklarının finans ve süre kısıtlarından dolayı belirli bir pragmatizm içinde yürütüldüğü aşikar. Söz konusu pragmatizmi, hali hazırda cepte olanı nihayetinde turistik, ticari fuar tanıtımı/reklamı amaçlı bir çerçeve içinde temsili araçsallaştırmalara denk düşürmek yerine, niceliksel ve niteliksel anlamda erişim içinde olanları kavramsal/zihinsel içeriklere yakınlaştırabilecek etkileşim çerçeveleri kurmak kritik bir sorumluluk ve tercih meselesi.
Dârâ Kırmızıtoprak
“Bienalde sürekli bir mekana sahip olmanın gururu ve katkısının önemi yanında, yıkım ile gücün aleti olan mimariye yeniden hafıza mekanları inşa sürecine maruz kalan halkların arafta kalmışlığını, buna rıza gösteren toplumların yakasını bırakmayacak kara yazgıyı hatırlatmasını, düşündürmesini ve etkisinin kalıcı olmasını umuyorum”
Bienal, mimarinin zaten ayrılmaz bir yoldaşı olan felsefe ile anlamlandırıldığı, harmanlandığı ve yüceltildiği özgür bir alan. Mimari bir yandan insan yaşamını güzelleştirmek, kolaylaştırmak, sağlıklaştırmak için var iken, diğer yandan da yıkmak, bozmak,yeniden inşa etme ve düzenleme ile Paul Hirst ‘in de deyimiyle gücün meşru “savaş makinesine” dönüşebiliyor. Son yüz yıl bu bakımdan utanç verici örneklerle dolu. En büyük mücadelemiz ise insan merkezli, ortak faydacı, barışcıl ve adil dünya inşa etme hayali ile bu dünyayı sürekli yıkan, insanlığa kıyan, sınırları değiştirip aidiyetini kaybetmiş, öznelliği sayılabilir bir nesneye dönüştürülmüş sözde güçlü insanlık ve toplum inşası arasında perde görevi gören fantazmamızın sahne arasından kurtulma mücadelesidir. Bu sebeple 15. Venedik Mimarlık Bienalinin küratörü Alejandro Aravena seçimini ve “Cepheden Bildirmek” temasını başlı başına bir tartışma,düşünme ve rezistans çağrısı olarak görüyorum.
Uzlaşmaz cephelerin çehresi ülkemizi temsil eden Darzana projesinin “suya sınır çekilemeyeceğini, sözcükler arasına tel örgü gerilemeyeceğini” bir kere daha mimari praktikleri ile ortaya koymalarını çok değerli buluyor ve gerek yerel hakikata gerekse global bilgiye çok şey katacağına inanıyorum. Bienalde sürekli bir mekana sahip olmanın gururu ve katkısının önemi yanında, yıkım ile gücün aleti olan mimariye yeniden hafıza mekanları inşa sürecine maruz kalan halkların arafta kalmışlığını, buna rıza gösteren toplumların yakasını bırakmayacak kara yazgıyı hatırlatmasını, düşündürmesini ve etkisinin kalıcı olmasını umuyorum. Meslektaşlarımı insanlığın melezlikten, farklılıklardan, hayallerden beslenebildiğini, güç aldığını hatırlattıkları ve cepheleri uzlaşma alanına çevirme mücadeleleri için kutluyorum.
Emre Arolat
İki kahraman,
Biri örtük, diğeri ortada…
Pırıl pırıl bir sonbahar sabahı. Yüzünde her zamanki sıcak, sevgi dolu gülümseme. İçim ısınıyor. Sallana sallana çıkıyoruz otelden. O bir puro yakıyor, ben de incesinden bir sigara. Sohbet koyu, konular derin. Tanımadığı mimar, gitmediği yer yok. Kendime dahi itiraf etmem zor, ama takdirle karışmış bir tür kıskançlık galiba hissettiğim. Hayatımda tanıdığım en ilginç insanlardan biri hiç kuşkusuz. Tuhaf, tarifi zor bir cazibesi var dostluğunun. Zamanla değerleniyor. Değerlendikçe derinleşiyor, gittikçe tazeleniyor. Onun tabiriyle, kaynata kaynata yürüyoruz kuzeye doğru.
Garsonların sürekli yeniden doldurduğu kocaman kahve fincanlarıyla, gazetelerine gömülmüş tipler oturuyor sokağa yayılan masalarda. Bebek arabalarını yan yana park edip granit banklara tünemiş anneler çene çalıyor Washington meydanında. Su gibi akıyor zaman. Birinci İstanbul Tasarım Bienali’nden açılıyor söz bir şekilde. ‘Musibet’ sergisinden bahsediyor büyük bir heyecanla. Çok beğendiğini söylüyor. Kavramsal altyapısının onu nasıl etkilendiğini anlatıyor içtenlikle. Hafifçe utanarak seviniyorum. Hava limonata. Madison Square parkının yanından kıvrılıp birkaç adımda varıyoruz ofisin bulunduğu binanın kapısına.
O’nun hatırına olsa gerek, kapıda karşılıyor bizi Peter. Erdem’e köşedeki Starbucks’dan aldırılan kahveler eşliğinde EAA’nın Rizzoli tarafından yeni basılmış kitabını karıştırıyoruz taze taze. Düşündüğümden ne kadar da küçükmüş ofis. Onlar konuşurken etrafı inceliyorum merakla. Konudan konuya atlıyorlar. Çok sık görüşemeseler de yakın dostlar belli ki. İkisi de dalga geçiyor birbiriyle inceden inceye. Yenikapı projesinin son durumunu anlatıyor Peter biraz da yakınarak. Belediyenin tutumundan şikayetçi. “Ahh koca şef” diye geçiriyorum içimden. “Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor…”
Gülüyoruz…
Peter Eisenmann’la 2013 yılının Ekim ayında New York’daki ofisinde yaptığımız sohbette, bienallerin işinin bittiğini düşündüğünü söylemiş ve doğrusu biraz da şaşırtmıştı beni. Venedik’te bir önceki sene yaptığı ‘The Piranesi Variations’ sergisinden dem vurmuş, kendince nedenlerini açıklamaya çalışmıştı bu fikrinin. Laf lafı açmış, İstanbul’a gelinmişti neden sonra. Chicago semalarından geçilmiş, sıkı bir küratör dedikodusu dönmüştü masada. Bu devirde Tasarım Bienali olur muydu, olmaz mıydı, gerekli miydi, yoksa değil miydi. Yıllar evvel Türkiye’de yaptığı konuşma geldi tam o sırada aklıma. Mimari mekan kavramının yeniden düşünülmesi gerektiğinin altını çiziyor, dijital ortam ilişkilerinin yepyeni bir durum oluşturduğuna dikkat çekiyordu. Mekan, dört duvardan oluşan katı bir şey değildi artık. Mimarlar olarak bunu görmezden gelemezdik. Birkaç yıl sonra bütün binaların bundan etkileneceğini ve mimarlık etkinliğinin bu bağlamda radikal bir kırılma yaşayacağını iddia etmişti. Öngörüleri ilginçti kuşkusuz. O gün için hayli inandırıcıydı da doğrusu. Ama mimari mekan yıllar sonra bile hala kaskatı duruyordu karşımızda.
Hiç kuşku yok ki, yeni zamanların farklı iletişim ve gösterim potansiyelleri bienaller gibi etkinlikleri günbegün zorluyor. Bugün orta karar bir mimarlık portalinin bile ulaştığı izleyici sayısıyla baş etmek herhangi bir etkinlik için söz konusu değil. Ancak bu niceliksel gerçekliğin tek başına sağlıklı bir ölçüt oluşturduğunu söylemek de kolay değil. Biraz da düzenlendikleri kentin turistik cazibesinden beslenen bienallerin, seçilen temanın ve küratöryel kurgunun gücüne bağlı olarak dünyanın farklı coğrafyalarında halen önemli buluşma noktaları oluşturdukları aşikar. Dahası, bu tür sergilerin izleyiciye sunduğu kanlı canlı unsurlar, enstalasyonlar ya da özgün çizim ve maket gibi konvansiyonel ifade araçları, benim gibi bunların nesnesel cazibesinden etkilenenlerin gözlerini parlatmaya devam ediyor.
Vittorio Gregotti’nin kurguladığı ilk sergiden bu yana, Venedik Mimarlık Bienali de parlaklığını büyük ölçüde sürdürüyor. Pek tabii ki, zaman her şeyi olduğu gibi bu efsanevi buluşma platformunu da dönüştürmekte. İlk yıllardaki sergilerin, söz gelimi Paolo Portoghesi direktörlüğünde düzenlenen ‘La Presenza del Passato’ nun ya da bu yazının görünen kahramanı olan Peter Eisenmann’ın da önemli katkısının olduğu Rossi’nin ‘Progetto Venezia’sının mimarlık ortamına bomba gibi düşen sarsıcı etkilerini, son dönemdekilerle karşılaştırmak anlamlı değil. Böyle bir değerlendirmeyi sağlıklı bir biçimde yapabilmek için sergilerin düzenlendikleri dönemlerdeki diğer mecralarla bağlamsal bir ilişki kurmak gerekir ki bu kendi başına hayli geniş bir yazının konusu olur. Tıpkı bu yılın küratörünün kişisel özellikleri, kendisinden öncekilere pek de benzemeyen dünyayı kavrama biçimi ve oluşturduğu kavramsal çerçevenin piyasadaki karşılığının zihinleri kurcalayan ikircikli durumu gibi.
Bienal kapsamında Türkiye’nin artık kendi mekanının olması ise ziyadesiyle sevindirici. Bu ülkenin kültürel faaliyetlerinden sorumlu olan yöneticiler kadar, kendisini bu faaliyetlerin parçası olarak gören herkesin, İKSV nezdinde Bülent Eczacıbaşı ve ekibiyle birlikte, bu hikayeye maddi anlamda katkı koyanlara büyük bir teşekkür borcu olduğunu düşünüyorum.
Bir de bir bardak suda fırtınalar kopartılan ‘Darzana’ konusu var kuşkusuz. Onu da bir başka yazıya, hatta bir başka bahara bırakmalı. Baksanıza, taraf olmayanı bertaraf ediyorlar anında. Neme lazım.
Bu yazının örtük kahramanı ile kaynatırız biz yine yakında. Bu sefer belki de Bodrum’da. Daha kitapları yerleştireceğiz zira…
Gökhan Avcıoğlu
“Hem tasarım sürecinde hem yapım aşamasındaki atmosferi, hayalle gerçek arası geçişleri anlamak için harika bir platform bienal. Elbette yalan dünya ama bir o kadar da gerçek. Binanın kendisine giden ya da gelecekte götürecek olan vazgeçilmez maceralı bir yol”
Bienal, trienal gibi mimarlık sergileri her zaman ilgimi çekmekte. Yeter ki konu mimarlık çevresinde buluşuyor olsun. Bazen tam da bu gibi etkinlikler eğlenceli paylaşım türleri gibi geliyor. Mimarlık, yaşamımız için gerekli, bir o kadar da anlamlı bir sektörün tam ortasında… Çok düşünülmemiş, sadece ihtiyaca cevap verecek şekilde üretilmiş çok sayıda junk bina var. Hadi bırak bir sebep ötesi anlatım aramayı, çoğu 21. yüzyıl yaşama standardlarından, hava ve yer hareketlerine, dayanıklılıktan uzak. Bir diğer grup da aşırı kozmetik zırvalamalar ötesi yeteneksiz mimar saçmalamaları, samimiyetten uzak, kendini gereksiz gösterme çabaları. Bu tür etkinlikler olması, aklı eren, meselesi olan mimarları bir araya getirmek için harika bir fırsat oluyor. Biz de bu yıl hem vakıf olarak, hem de ofis olarak küçük bir etkinlikle Venedik Mimarlık Bienali’ne katılıyoruz.
Mimarlık elbette imar etmek. Mimari düşüncenin gerçek kanıtı binanın kendisi. Ancak, çizim, maket, dijital platform gibi farklı simüle etme araçları ile ayrı bir dünya kuruyor en az binanın kendisi kadar. Hem tasarım sürecinde hem yapım aşamasındaki atmosferi, hayalle gerçek arası geçişleri anlamak için harika bir platform bienal. Elbette yalan dünya ama bir o kadar da gerçek. Binanın kendisine giden ya da gelecekte götürecek olan vazgeçilmez maceralı bir yol.
Türkiye pavyonu çok yeni. Ülkede olanı, her durumu yansıtması elbette olanaksız. Bu sene eğlenceli ve bilgi verici bir konu seçildi. İki şehir arasında deniz yoluyla bir bağ kuran Haliç Tersanesi Venedik’te bu yol üzerinden güçlü bir bağa sahip. Kullanım dışı olan tersanede atık parçalarla bir deniz aracı yapıp, göndermek güzel düşünülmüş bir iş. Yüzebilen bir nesne mi, denizden mi karadan mı gönderildi bilemiyorum, görmeye gidiyoruz.
Bu yıl Güney Amerikalı mimar Alejandro Aravena komutasında hem yeri hem de tarihi itibariyle Venedik Bienali’nin, eurocentric (Avrupa merkezli) ve Kuzey yarımkürenin Batı yönüne yakın olduğunu söyleyebiliriz. Bu sefer gözler Güney yarımküreden bakacak.
Londra’da 1851 yılında gerçekleştirilen Crystal Palace sergisinden beri Kuzey Amerika ve Avrupa’daki pek çok önemli fuar ve sergide yer almış bu topraklar için; katılımın, mimarlık üretimini bir kez daha düşünmeye itecek olması, ulusal ve uluslararası bağlamda heyecan verici. Bienalin ortak üretim alanı olduğu ön kabulüyle bu fırsatı daha evvel bulamayan, fakat pavyon vesilesiyle bir arada üretim yapma şansını elde eden kişi ve kurumlar açısından, alternatif üretim platformunun sağladığı ve şimdiden kazanılmış bir motivasyon ve verimden bahsedilebilir.
Gökhan Karakuş
“Türk modern mimarisi global gündem için bir önem taşıyor mu?”
Geçtiğimiz günlerde New York’ta bulunan Cooper Union’daki Irwin S. Chanin Mimarlık Okulu’nda modern Türk mimarisi üzerine bir panel düzenledim ve küratörlüğünü gerçekleştirdim. Cooper Union öğrencileri tarafından düzenlenen, Silkar Madencilik/AKDO sponsorluğunda organize edilen ve benim haricimde Hasan Çalışlar, Han Tümertekin, Nevzat Sayın ve Şevki Pekin’in de katılım gösterdiği “Beş Türk Mimar” isimli panel, 14 Mart 2016 tarihinde gerçekleşti. Tüm mimarlar işleriyle ilgili kısa sunumlar yaptılar ve ben de Türk mimarisi ve modern Türk mimarisi konularındaki genel unsurlar üzerine bir konuşma gerçekleştirdim. Cooper Union öğrencilerinden, farklı okullardan katılan öğrencilerden, akademisyenlerden, New York’lu mimarlardan, medyadan ve Koray Duman ve Beyhan Karahan gibi New York’ta çalışan mimarlardan oluşan büyük bir kitlenin ilgisini çektik. Konuşmanın devamında, modern uygulamlar ve günümüz Türkiye’sindeki mimarlık ile ilgili hararetli tartışmaların olduğunu görmek beni sevindirdi. An itibariyle Modern Sanat Müzesi’nde sergilenen Japonya’daki modern mimarlık ile modern Türk mimarisinin karşılaştırıldığını görmek fazlasıyla ilgimi çekti.
Bundan bahsediyor olmamın sebebi, bu etkinlik öncesinde modern Türk mimarisinin daha önce Amerika’da sergilenmesi veya konu dahilinde yer verilmesi üzerine bir araştırma yapmış ve hiçbir örneğe ulaşamamış olmam. Daha önce böyle bir şey yapılmamıştı. Benim üzerinde durmak istediğim nokta işte bu. Bir konu olarak modern Türk mimarisi, medya, konferanslar, paneller, sergiler, akademik araştırmalar da dahil olmak üzere Türkiye dışında hiçbir yerde temsil edilmemiş. Tabii ki birçok Türk mimar, kayda değer oranlarda katılım ücreti vererek ticari konfersanlara ve ödül platformlarına katılım sağlıyor. Eğer katılım için ücret veriliyor ise bu, araştırmaların değil pazarlamanın konusu olmaya başlıyor. Davet veya görev üzerine katılım göstermek daha önemli bir değer algısına işaret ediyor.
Venedik Mimarlık Bienali ve Ulusal Türk Pavyonu konularına dönersek benzer dinamikler görebiliriz. Türkiye, Venedik Bienali’nde ve mimarlık alanı özelinde 2014 yılına kadar temsil edilmiyordu. Örneğin, Mısır’ın 1952 yılından beri Venedik Bienali’nde kalıcı bir pavyonu var ve 1966 senesinden bu yana iki yılda bir mimarlık sergisine katılım gösteriyor. Makedonya, Ruanda ve Bahreyn gibi pek göz önünde olmayan diğer ülkeler de 2014 yılına kadar temsil edilmiyordu.
Tüm bunlar Türk mimari kültürünün ve bunun arkasındaki yerel halkın global mimarlık söyleşilerine katılmayı çok önemsemediğini gösteriyor. Türk mimarlar, uluslararası seçkin yarışmalarda yer almıyorlar ve Türkiye dışında çok nadir olarak eğitim veriyorlar. Ücretli yarışmalar dışında bu mimarların çok azı ülkesine ödüllerle dönüyor. Bu yarışmalardan en prestijli olanı, Can Çinici, Han Tümertekin ve Emre Arolat’ın son 20 yıl içerisinde ödüllere layık görüldüğü Ağa Han Mimarlık Ödülleri.
Türkiye’deki mimarlık çevresinin global söyleşilere olan ilgisizliğine daha fazla işaret etmek istersek, Türkiye’nin Venedik Bienali’ne katılımının mimari bir oluşum tarafından değil, bir sanat ve kültür vakfı olan İKSV tarafından desteklendiğinin altını çizebiliriz.
Bunların hepsi bizi şu soruya yöneltiyor: “Türk modern mimarisi global gündem için bir önem taşıyor mu?” Tabii ki taşıyor. Türkiye, İstanbul ve Ankara gibi, antik çağlara kadar uzanan zengin bir mimarlık mirasıyla birlikte önemli jeopolitik konumlara sahip şehirler barındıran bir ülke. Esas problem, mimarlık kültürümüzün Türkiye’deki birçok kültürel üretimde olduğu gibi uluslararası etkinliklere katılım göstermesi için hiçbir sebep bulamaması. Türkiye’de mimarlara yönelik yeterli iş ve ilgi olduğu için daha büyük bir dünyaya kapılarını açma gereksinimi duymuyorlar. Venedik Bienali gibi etkinlikler Türkiye adına güzel gelişmeler fakat mimarlık kültürünün odağında değiller. Peki bunun sonucu ne olacak? Maalesef ki sonuç, geniş çaplı dünya dinamikleriyle iletişim kuran ve uyum sağlayan bir anlayışla mimarlık alanımızı geliştirme fırsatını kaybetmemiz olacaktır. Küreselleşme ve kentleşme baskıları, bizim Türkiye’de yüz yüze geldiğimiz sorunlardan bazılarının dünyanın farklı yerlerinde de mevcut olduğu anlamını taşıyor. Her yanıtı Türkiye sınırları içerisinde bulmamız mümkün değil ve daha da önemlisi Türkiye, diğer mimari kültürlere katkı sağlayacak bazı çözümleri bünyesinde barındırıyor. Modern Türk mimarisinin uluslararası sahnede yer alma konusundaki sessizliği, toplumsal ve global düzlemde gelişmemiz için büyük bir engel teşkil ediyor.
Selçuk Avcı
Venedik Mimarlık Bienali: Ders Kitabı
Venedik Bienali’ne ilk katılımım 1996 yılında Hans Hollein tarafından yönetilen 6. Mimarlık Bienali kapsamında, hocam ve daha sonradan ortağım olan Profesör Michael Brawne’nin İngiliz Konseyi tarafından İngiliz Pavyonu için seçildiği zaman gerçekleşti. O zaman 35 yaşındaydım. Bienalin teması olan ‘Geleceği Hissetmek – Bir Sismograf olarak Mimar’, İngiliz Konseyi’nin, internet çağının bilgiye ulaşma ve erişme yöntemlerimizi değiştirmesiyle birlikte gelişiminde bir değişim sürecinden geçen ve bilgi alışverişini şekillendiren mekanlar olan kütüphanelere odaklanmasını sağladı. Ana sergi 20. yüzyılın sonlarında kütüphane olarak tasarlanan dört binayı konu aldı: Colin St John Wilson ve Ortakları tarafından tasarlanan Londra İngiliz Kütüphanesi, Sir Norman Foster ve Ortakları tarafından tasarlanan The Carré d’Art, Nîmes, Fransa; MacCormac Jamieson Prichard tarafından tasarlanan Lancaster Ruskin Kütüphanesi ve Nicholas Grimshaw ve Partnerleri tarafından tasarlanan Cornwall Eden Projesi. İngiliz Konseyi’nin Michael Brawne’yi seçmesi doğal bir karardı çünkü kütüphane tasarımlarında en uzman kişi oydu ve bundan 15 sene öncesinde kütüphane tasarımlarının nasıl olması gerektiği konusundaki ilk tasarım kitabını yazan kişiydi.
Girişken genç mimarlar serisinin bir parçası olan ve İngiliz Pavyonu’nun alt katlarında sergi düzenleyen ‘yeraltı çocukları’ idik. İnternet bağlantısının sürekli açık olduğu, sadece kitap içeren değil aynı zamanda çalışmak ve araştırmak için 7/24 açık bir etkileşim merkezi olan, internet ve dijital çağı bu üslubun gelişmesi adına kabul etme gereksinimini tanıyan ve kütüphane tasarımlarına kısmen yeni bir yaklaşım kazandıran tasarımımız ile Edinburgh Üniversitesi Kütüphane Tasarım Yarışması’na başvurdum.
Benim için en güzel olan şey üst katımızda çok değerli Norman Foster ve (yeni İstanbul Havalimanı mimarı) Nicholas Grimshaw bulunurken, alt katımızda Bienal’e gelecek nesillerden ne beklenmesi gerektiğini göstermek için şans verilen girişken mimarların olmasıydı. Tasarımımız organizasyonel vizyonu açısından yeni bir dönem aralarken aynı zamanda ekolojik bir bakış açısından yaklaşıldığında en sürdürülebilir çözümü sunuyordu. Bu da bodrum katında olmaktan ötürü gurur duyduğumuz bir bağlam içerisinde bize önemli bir şans verdi.
Venedik Bienali’ni senelerdir ziyaret ediyorum. Sanırım ilk ziyaretimi en çok sevdiğim mimarların izlerini takip etmeye çalıştığım 80’li yıllarda, Avrupa’da yaptığım “inceleme” gezileri sırasında gerçekleştirdim. Carlo Scarpa, işleri Venedik’in birçok bölgesine yayılan mimarlardan biridir ve bu bölgelerden biri de Viale Trento girişinden Bienal’e ulaşılan geçittir. Bienal zihnimin derinliklerine kök salmadan ve takvimimde kaçırılmaması gereken bir etkinliğe dönüşmeden önce de Venedik benim için olağanüstü bir ders kitabı niteliğindeydi.
Venedik’e ve Bienal’e yaratıcı pillerimi yeniden şarj etmek için gidiyorum. Bu her sene yapmam gereken bir şeydir ve eğer yapmazsam hayatımdaki çok önemli bir şeyin eksik olduğu hissine kapılıyorum. Bu yüzden ilk Venedik ziyaretim bu ders kitabının sayfalarını açıp okumaya başlama amacıyla gerçekleşti ve bu kitabı hala okumaya devam ediyorum. Bu, ilk olarak makro ölçekte açılan, toplumun ve medeniyetin, ilişkilerin, insanlığın, kentsel sorumlulukların ve işyerindeki demokrasinin sorunlarını ortaya çıkaran bir kitabı temsil ediyor. Sonrasında ise çok çabuk bir biçimde kompozisyona, yüzeye ve renklere, gölgeye ve yalnızca Venedik’te deneyim edebileceğiniz bu özel ışıkla olan ilişkisine geçiyor. Bununla anlatmak istediğimi tanımlayabilecek yeterince güzel kelimeler bulamıyorum bu yüzden kendimi Claude Monet’nin Alacakaranlıkta San Giorgio Maggiore tablosunun betimlediği Venedik hissiyatına bırakıyorum. Bu ışığı ne zaman deneyim etsem, su, gökyüzü ve arasında kalan şeylerin renklerinin yorumuyla birlikte arada kalan şeylerin önemini, yani mimarlığı fark ediyorum. Eğer imkanınız varsa lütfen bu resmin orjinalini görün.
Sokaklarda dolaşırken, duvarlara ve yüzeylere hafifçe dokunarak yanlarından geçerken ve her şeyin sevgiyle ve ilgiyle bir araya getirildiğinin kanıtı niteliğinde olan Tanrı’nın detaylarda gizli olduğu bilgisini daha da iyi idrak ederken kitap benim için süratle detaylara iniyor. Bu da beni Trento geçidindeki Carlo Scarpa’nın eserine ulaştırıyor. Scarpa Venedik’in her yerine yayılmış (orada yaşadı) ancak Scarpa tarafından tasarlanan köprüye kadar uzanan bir müze olan Querini Stampalia’yı gezmeden, onun işlerinin değerini yeteri kadar anlamak mümkün değil. Burada, mikro ölçekle yakın bir ilişki kuran bu makro ölçeğin ardındaki düşünceyi deneyim ediyorsunuz. Scarpa’nın gün boyunca gelgit sebebiyle yükselen ve alçalan kanal sularının zayıflayan akıntısına cevabı, Po Nehri Vadisi ve Venedik’in coğrafi gerçekliklerinde yer alan mimari ve sınır hakkında yazılmış bir şiire işaret etmektedir. Binaya giriş, Venedik Mavisi dışında tanımlanamaz olan renklerdeki suyun yükselişini ve alçalışını kutlayan kanaldan yapılan, klasik bir gondol geçidiyle ilişkilendirildi. Bina içerisindeki taş platformdan oluşturulmuş teraslar, taşlardan gondola doğru yürürken suyun içeri ve dışarı döküldüğü alanlar oluşturuyorlar.
Bu yüzden Giardini girişindeki geçide ulaştığımda, Bienal’deki Giardini’nin bahçelerinde ve duvarlarının arkasında nasıl yenilikler göreceğimi tahmin etmeye çalışarak Scarpa’nın geçidindeki sütunlara dokunurum ve bu kutsal yolculuğu yeniden hissetmek için belli bir vakit ayırırım.
Alejandro Aravena’nın bu seneki teması “Cepheden Bildirmek”, farklı bir değişim deneyimi yaşatmayı vaad ediyor. Kendi sözleriyle:
“Cepheden Bildirmek, ayrımcılık, eşitsizlik, gelişmekte olan bölgeler, sağlık hizmetlerine erişim, doğal afetler, konut yetersizliği, göç, kayıtdışılık, suç, trafik, atık sorunu, hava kirliliği ve toplumların dahiliyeti sorunlarıyla yüz yüze gelen ve yeni faaliyet alanları oluşturma adına ufuklarını genişleten insanların işlerini daha geniş bir kitleyle paylaşmaya odaklanacak. Aynı zamanda, pragmatik olanı varoluşsal, uygun, cesur, yaratıcı ve sağduyulu olanla entegre eden ve farklı boyutların sentezlendiği örnekleri tanıtacak.”
Alejandro, katılım gösteren ülkelerden açık bir şekilde daha fazlasını bekleyen çok boyutlu bir mimar. İkonik ve kapitalist unsurlardan uzaklaşmak için normal mimarlık kavramlarını sorgulamak adına katılım gösteren herkesi bu mücadeleye çağırıyor ve duygusal bağlamda gerçek olan, daha insan odaklı ortak alanların yaratılmasının önemine işaret ediyor. Bizi, genelde birçok kişi tarafından mimarların rolü olarak addedilmeyen boyutları keşfetmeye doğru iten durumları bulmak için, sınırlarımızın en uç noktalarına kadar gitmeye davet ediyor. Bu nedenle, herhangi bir ulusal pavyonun karşılaştığı bu zorluk, yalnızca putperestlikten ya da ulusal mimari kahramanlıklardan uzaklaşmak değil aynı zamanda az sayıdaki imtiyaz sahibi kişilere yönelmeden, ülkenin ve onun gerçek insanlarının yüzleştiği durumlarla ilintili olan gerçek bir niyet ortaya koymak olacaktır.
Arsenale’deki Türk pavyonuna doğru yola çıkarak, en son 2014 yılında yaşadığım bu özel heyecanı bu sene yeniden yaşayacağım. Bir mekan olarak Arsenale, halat fabrikalarının ulusal projelerle yan yana geldiği ve birbirleriyle iç içe geçen sergiye daha evrensel bir boyut katıyor. Türkiye için gurur verici olan şey, diğerleri farklı bölümleri paylaşmak durumundayken, pavyonun diğerlerinden daha ayrı bir noktada sergilenecek olması. En azından, sonunda bize ait olan kalıcı bir mekana sahip olduk. Pavyonumuzla ve içeriğiyle ilgili basında ve sosyal medyada yer alan ve zaman zaman alevlenen negatif tutumlu tartışmalar, pavyonumuzu ziyaret ettiğimde duyacağım gurura gölge düşüremeyecek. Her ne sergilenirse sergilensin, bence birçok yönden bu gurur hep orada olacak. Tabii ki, Türk bir mimar olarak diğerlerinin olduğu gibi benim de düşüncelerim ve eleştirilerim olacak ancak bunları sergiyi gerçek anlamda ziyaret edene kadar bu tartışma alanının içine dahil etmekten kaçınacağım.
Türk pavyonunın içeriği hakkında nasıl bir tartışma dönerse dönsün, benim Bienal hakkındaki görüşlerimi değiştiremeyecek. Açılış törenleri sırasında en az iki günümü orada geçirerek, ekibimizi ve çabalarını destekleyeceğim. Geçtiğimiz aylarda şekillenen eleştirel argümanlar ne nitelikte olursa olsunlar, bunun çok etkileyici bir gösteri olacağına dair en ufak şüphem yok. Mükemmeliyet arzusuyla ilgili zaafımı göz önünde bulundurarak, pavyonumuzun Alejandro’nun “Cepheden Bildirmek” temalı çağrısına ne denli uyum sağlayabildiğini görmek için diğerleriyle birlikte pavyonumuzu inceleyeceğim. Aravena, hem bu zaman diliminde hem de geçtiğimiz on yıl içerisinde tüm dünya olarak çok zor zamanlardan geçtiğimizi belirtiyor. Aravena’nın ortaya koyduğu, sürdürülebilir mimarlığın, dünyanın mevcut kapitalist düzen tarafından yönetilen sosyo-ekonomik sistemine teslim olarak değil, bu sistemi görünür olan ve görünür kılan özeleştiri bağlamı içerisinde sorgulayarak ve sürekli gözden geçirerek gerçekleştirilebileceği fikri hoşuma gidiyor. 2010 yılında meydana gelen deprem ve 12 metre yüksekliğinde dalgalar yaratan tsunamiyle birlikte yerle bir olan Constitucion’u, toplumların kendi geleceklerini şekillendirmeleri fikrini bir kamuoyu yaratıp yayarak yeniden inşa etme projesi, bu ölçekte bir devrim niteliğindeydi. Sürdürülebilir ve ekonomik sosyal konutlandırma projeleriyle ilişki kurma hedefiyle hayata geçirilen Aravena’nın kendi stüdyosu Elemental tarafından yürütülen projeleri okuduğumda heyecanlanıyorum. Bu bağlamda umuyorum ki küratörlerimiz, ‘Ortak Aklımızın’ derinlerine inmek ve ‘Ortak bir Zemin’ bulmak adına ulusal, kültürel, sosyal ve politik tüm cepheler boyunca bölünmez bir şekilde iç içe geçen bir geleceğe doğru yol alarak, Aravena’nın hepimizi dahil ettiği bu görevi yerine getirecekler.
Venedik Bienali kapsamındaki tüm bu unsurlar, yalnızca mimarlar ve mühendisler için değil, aynı zamanda politikacılar, memurlar, sanayiciler ve yatırımcılar için de bir zenginlik ve bilgi kaynağı olma görevini görüyorlar. Hepimizi tek bir ‘ortak akıl’ fikrinin etrafına toplayabilecek global bir arenada böyle bir iletişim kurulacak olması büyük bir fırsat. Bu yılki Bienal’in gündemi daha önce hiç olmadığı kadar zengin: Özellikle imkanı olmayan ve daha yoksul toplumlar için bölgesel olarak hareket ederek yerel düzlemde sürdülebilir bir şekilde nasıl hareket edebiliriz ve insanların yaşamlarını global ölçekte nasıl geliştirebiliriz.
Venedik ‘Ders Kitabı’ bir kez daha dünyanın dört bir yanından gelen mimari uçlar ve sınırları ortaya koyacak sayfalarla zenginleşiyor. Tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, bu aktivist ve canlı kitabı okumaya devam etmek için oraya gitmeye sabırsızlanıyorum.