Son günlerde galeri mekanlarının değiştiğine, dönüştüğüne şahit oluyoruz. Galerilere özel tasarlanan yeni yapılar gündemde. Bu yeni yapılar; lokasyonlarıyla kurdukları ilişki, galericinin ne istediğini mimara aktarabilmesi ve mimarın kendi sanatını görünür kıldığı bir alan yaratması yönünden farklı bir mekanizmaya sahip.
Her şey gibi sergi mekanları da değişiyor. Artık mekansal olarak dönüşüyor galeriler. Başlangıçta bir apartman dairesinin duvarlarının beyaza boyanıp aydınlatma desteğiyle işleve uygun hale getirilmesiyle ‘beyaz küp’ tabir edilen mekanları kullandı galeriler. Bazıları hangarvari büyük açıklıklı ve derinlikli mekanlara taşındılar. Boşluğun kendilerine tanıdığı kadarıyla özgür hissedip sağır duvarları istedikleri gibi kullandılar. Eski bir yapıyı, tarihi yaşanmışlıklarını silmeden sadece galeriye özgü bazı eklentilerle revize edip kullanan galeriler de oldu. Etkiye tepkinin bir katalizör gibi süratle sonuç alınabildiği örnekler sundular ziyaretçilere.
Galericiler gibi topladıkları sanat eserlerini koyacak/asacak mekan sıkıntısı yaşayan kimi koleksiyonerler de benzer çözümlere başvurdular. Kimisi evinin kullanmadığı bir bölümünü sadece kendi ziyaretçilerine açarken kimisi de eve sığamayıp işyerinde sanata ayrılmış özel bir mekan yaptırdı. Bu dışa kapalı mekanların kısıtlı ziyaretçileri oldu ama bir realite olarak sanat mekanlarının başına gelenleri o mekanlar da tecrübe ettiler.
Fakat en çok bir apartman dairesinin içindeki tüm eski etkilerinin silinip yalın halde ziyarete açılan ‘beyaz küp’ anlayışında olanlara tanıklık ettik. Hâlâ da böyle diyebiliriz, istisnalar dışında.
Şimdilerdeyse yeni bir akım olarak ‘sokak arası müzesi’ olarak tabir edebileceğimiz, sadece o galeriye özel tasarlanan yeni yapılar gündemde. Bu yeni yapılar; lokasyonlarıyla kurdukları ilişki, galericinin ne istediğini mimara aktarabilmesi ve mimarın kendi sanatını görünür kıldığı bir alan yaratması yönünden farklı bir mekanizmaya sahip.
Kendine özgü bir bina inşa eden ilk örnek Pilevneli Gallery. Emre Arolat tarafından tasarlanan ve Dolapdere’de konumlanan bu yeni az katlı yapının inşaatı devam ediyor. Dolapdere’deki bir diğer örnek ise Gaia Gallery. Nil Nuhoğlu’nun sahibi olduğu galerinin yeni mekanının inşaatı sürüyor. Sanatorium için Nevzat Sayın’ın tasarladığı yapının inşaatı başlamak üzere. Rampa İstanbul’un ise Şişhane’de kendine ait yeni bir binaya taşınacağını kendilerinden duyduk, süreç devam ediyor… Bu gibi örnekler artarken konuyu masaya yatırıp taraflar açısından durumu sorgulamak istedik.
Nedir bir sergi alanını galeri kılan? Eser mi öne çıkmalı yoksa baştan tasarlanacak yapı da bir şeyler anlatmalı mı? Var olan bir mekanı dönüştürmek ile yeni bir mekan yaratmak arasındaki yaklaşım farklılıkları nelerdir? Mimarlar bir sergi mekanı tasarlarken nasıl hareket ederler, ‘galeri olacak’ bir mekan yaratırken nelere dikkat ederler?
Bu ve benzeri pek çok sorunun eşliğinde galerilerin değişen mimarilerini ortaya sermek istedik.
Sanat dünyasıyla yakın ilişkisi olduğunu bildiğimiz ve Sanatorium Gallery’nin yeni mekanında da imzası bulunan Nevzat Sayın yapının öne çıkmasını uygun bulmadığını söylüyor. Sanat merkezlerinin kentin belli bölgelerini dönüştürmek için öncü kuvvet görevi üstlendiklerinin söylenebileceğinden bahsediyor. SALT Beyoğlu ve SALT Galata’nın mimarı Han Tümertekin yapının şehirle ilişkinin öneminden ve konteksinden ayrı değerlendirilemeyeceğinden bahsediyor. Avrupa’da ve Türkiye’de yaptığı başarılı çalışmalarla tanıdığımız Selçuk Avcı konuyu daha geniş perspektiften değerlendirip daha çok Avrupa’dan verdiği örneklerle aktarıyor. Sergi tasarımcısı Sanja Jurca Avcı, yalnızca uluslararası ölçekte bir sanat mekanına değil aynı zamanda şehrin çeperlerine de odaklanan Pompidou Merkezi gibi bir sanat merkezine ihtiyaç duyulduğunu söylüyor.
Mimar Cem Sorguç da değişen dünyanın iyi okunması gerektiğinden, fragman gibi yaşanan hayatın sanata da sirayet edeceğinden ve bunun sanat mekanlarına da kaçınılmaz olarak yansıyacağından bahsediyor.
Pilevneli Gallery’nin sahibi Murat Pilevneli ve Sanatorium’un ortakları Feza Velicangil ve Adnan Yerebakan ise hem kendine has bir galeri yapısına neden ihtiyaç duyduklarını aktarıyorlar hem de nasıl yol aldıklarını…
Tüm konuşmalarımızın sonunda aslında değişen sergi mimarisinin bir kuralı olmadığını söyleyebiliriz. Sanat mekanının mimar için sadece bir tasarım problemi olduğu, verilerin iyi değerlendirilmesi gerektiği, mekanın karakterinin burada sergilenecek eserlerle uyumlu bir diyalog kurması ihtiyacı ve her zaman eseri vurgulayacak bir düzenleme gereksinimi söylenebilir. Galerici içinse kendine özgü, istendiğinde gerekli dönüşümlerin kolayca yapılabileceği bir mekana sahip olmanın önemli bir ayrıcalık olduğu ortaya çıkıyor. Nevzat Sayın’ın deyişiyle günümüzde galeriler, müzesi olmayan bir yerde ‘yeninin müzesi’ olmayı üstleniyor.
Sanat İçin Alan Yaratmak
Sanatorium, Karaköy’de yeni mekanını inşa etmeye hazırlanıyor. Galerinin ortakları Feza Velicangil ve Adnan Yerebakan sanatın sunumunun, seyirci ile hangi şartlarda buluştuğunun çok önemli olduğuna dikkat çekiyorlar.
Sanatorium olarak yeni bir mekana geçeceksiniz. Binanızın tasarımını da Nevzat Sayın yapacak. Bu projenizden bahseder misiniz?
Bizi oldukça heyecanlandıran bir proje bu. Umuyorum ki bürokratik işlemler en kısa zamanda tamamlanıp inşaata başlanacak. Sanatın sunumu, seyirci ile hangi şartlarda buluştuğu çok önemli. Bütün meslektaşlarımız gibi biz de bu konuya çok önem veriyoruz ve bugüne kadar elimizden geldiğince optimal ortam yaratmaya çalıştık. Planladığımız yeni mekanımızla sıfırdan sanat için alan yaratma ayrıcalığına sahip olacağız. Bunun için kendimizi çok şanslı hissediyoruz.
Arsanın metrekaresi ve inşaat izinleri ile sınırlıyız. Aşağı yukarı 9mx10m’lik tabanı olan bir arsaya sahibiz. Planladığımız yapıda iki kat sergi alanımız olacak. Kat sayısı ihtiyaçlar dahilinde oluştu, çatı katıyla beraber beş kat ve bir bodrum olacak.
Galerici olarak ‘var olan mekanı dönüştürmek’ ve ‘yeni bir mekan yaratmak’ arasındaki yaklaşım farkları sizce nelerdir?
Tam anlamıyla şu anda içinde bulunduğumuz mekanı dönüştürdük diyebilir miyiz bilmiyorum ama inşaat süresince çok heyecanlı olduğumuzu hatırlıyorum. Ama bu galeri mekanının sıfırdan oluşması sürecinde heyecandan uykularımızın kaçacağına eminim. Az evvel belirttiğimiz gibi sanat için alan yaratabiliyor olmak büyük ayrıcalık.
Sizce bir mekanı ‘galeriye özgü’ kılan nedir? Yani mimardan bu konuda bir talebiniz olacak mı?
Yapının bulunduğu yer kentsel dönüşüm bölgesi ve orada öncü olacağımızı düşünüyoruz. Nevzat Sayın’la yaptığımız ilk toplantıda ‘bazı binalar simge olurlar, insanlar adres tarif edeceğinde onlardan hareket ederler’ demişti. Bu yapı bizim için çok önemli olacak, çok ihtişamlı olmadan önemini göstersin istiyoruz. Yeni galerinin mimarisi sanatın önemine dikkat çeksin, sanat da yapıya anlam, yaşam versin istiyoruz.
Sanatorium’un yeni yerinde ‘bölgeyi dönüştürmek’ gibi bir işlevi olacak mı? Zaten şehir planlamasında bu bölge dönüşüm bölgesi olarak belirlenmiş. Ama bu böyle olmasaydı da bir galerinin bir bölgede var olmaya başlaması oraya gelen ziyaretçiler açısından çeşitlilik getiriyor, yavaş yavaş bir değişim ve ekonomik hareketlenme başlıyor. Bizim bölgemizde şimdilik tek galeri biziz. Ne kadar değişim yarattığımızı bekleyip göreceğiz.
“Sanat Mekanları Eserlerin Rolünü Çalmamalı”
Usta mimar Nevzat Sayın, Sanatorium Gallery için yeni bir yapı tasarlıyor. Yakında inşaatına başlanacak olan proje, sadece galeri için tasarlanan az katlı bir yapı olması itibariyle yeni bir akımın habercisi olacağa benziyor. Sayın ile bu proje bağlamında değişen sergi mimarisi üzerine bir söyleşi yaptık, sanat ve mekan ilişkisi üzerine görüşlerini aldık…
Daha önce Galeri Apel’in mevcut mekanına dönüşüm hikayesini sizden dinlemiştik: Sergi mekanı olarak tasarlanmamış eski bir yapının kültürel amaçlarla kullanılmasını mimari açıdan bize anlatmıştınız. Gözlemlediğimiz kadarıyla galeri mekanlarına dair mimari anlayış değişiyor günümüzde. Önceden apartman dairesi, hatta eski tarihi değeri olan bir mekan, sonra hangarvari daha geniş ve dönüştürülmüş alanlar kullanılıyordu, şimdiyse sıfırdan tasarlanan beyaz küp tabir edilen mekanlarda açılıyor galeriler. Hatta tasarımın Avrupa’daki yeni trend gibi birkaç katlı özerk yapılara doğru evrildiğini görüyoruz. Siz de Sanatorium için bu tip yeni bir tasarım yapıyorsunuz. Bize biraz bu projenizden bahsederken konuyla ilgili fikirlerinizi de paylaşabilir misiniz?
Her şey değişiyor. Sanat mekanları da. Bu değişimin birçok girdisi ve bu girdilere bağlı birçok sonucu var. Müzayedelerin galerilerin rolünü üstlenmesi gibi, galeriler de müzesi olmayan bir yerde ‘yeninin müzesi’ olmayı üstleniyor. ‘Kalıcı’ koleksiyonları olmayan ama ‘geçici’ koleksiyonları olan büyük bir müzenin kente yayılmış birimleri gibi düşünebiliriz galerileri. Belki biraz da bu yüzden yeni yapılar konusu gündeme geliyor.
Dünyada müzeler yeni bir anlayışla, bir zaman önceye göre bambaşka yapılar oldu. Yeme içme, konser, konferans ve diğer etkinlikleriyle kendilerine, bulundukları yere ve sergilediklerine dikkat çekiyorlar. Sırasının nasıl olduğu hakkındaki görüşler farklı. Bulundukları yer mi, mimarlık mı yoksa sergiledikleri mi önde duruyor tam olarak bilmiyoruz; ama hepsinin birbirini desteklediği ortada.
Sanat merkezlerinin kentin belli bölgelerini dönüştürmek için öncü kuvvet görevi üstlendikleri söylenebilir. Sanatın gündemde olduğu bütün şehirlerde, çöküntü alanlarının dönüştürülüp, ihya edilmesinin en önemli parametrelerinden biri insanları, mekanları ve ürünleriyle sanat. Sanatorium’un da bu tür bir işlevi olacağını düşünüyoruz.
Yine bu tasarımınız bağlamında sormak istiyorum: Sizce bir mekanı ‘galeriye özgü’ kılan nedir? Bir sergi mekanı veya müze tasarlarken siz konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Sanat mekanlarının sanat eserlerinin rolünü çalmaması gerekir. En büyük sanat nesnesinin yapının kendisi olduğu bir durumu çok anlamlı bulmuyorum. Bu yüzden olabildiğince sakin ve farklı şeyler yapmak için titizlikle tasarlanmış rasyonel bir yapının, mekanın peşindeyim.
Galeriye özgü yeni, özerk bir yapının avantaj ve dezavantajları nelerdir sizce? Apel için binayı dönüştürerek tasarım yapmıştınız, Sanatorium için ise yeni bir şey yapıyorsunuz. Sergi alanı olarak ‘var olan mekanı dönüştürmek’ ve ‘yeni bir mekan yaratmak’ arasındaki yaklaşım farkları sizce nelerdir?
Biraz önceki açıklama her iki durumda da geçerli; ama yeni yapı daha kolay, mevcut bir yapıyı dönüştürmek daha zor. Çünkü bulunmuş bir nesne olarak yapıyı da sergilemek gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir yapıda ise yapı sergilenecek bir nesne olmaktan daha çok sergilenecek nesnelerin mekanı olmaya evriliyor.
Galeriler yeni bir mekana geçerken, hatta bu yeni mekanı sıfırdan inşa ederken onları neler bekliyor? Bu proje veya son dönemde tasarladığınız müze projeleriniz bağlamında cevap verebilir misiniz?
Neyi bulmak istiyorlarsa onu bekliyor galeriler. En azından öncelikli beklentileri böyle. Beklenmedik şeylerin oranı kabul edilebilirlik sınırındaysa sorun yok. Bu yüzden sıkı bir ön çalışma gerekiyor. Ne yapılacak, nasıl yapılacak ve neden yapılacak sorularının cevabı ne kadar belirgin olursa beklenmedik şeylerle karşılaşma ihtimali de o kadar düşük oluyor.
Mimarlar, galericilerin kendilerinden taleplerinin yanı sıra ‘galeri olacak’ bir mekan yaratırken nelere dikkat ediyorlar? Mimarın önceliği ne oluyor?
Mimarın konuya ne kadar yakın/ yatkın olduğu önemli bir nokta. Galeri sahibi, yöneticiler ve sanatçıların isteklerinin yanı sıra mimarın katkılarını bu yakınlık durumu belirliyor. Yoksa galeri de diğer konular gibi bir tasarım problemi. Ne daha kolay ne daha zor.
“Hiçbir Mekan Çevresinden Bağımsız Var Olamaz”
Sergi mekanlarının değişen mimarisine dair bir dosya konusu hazırlamaya başladığımızda aklıma ilk gelen isimlerden birisi usta mimar Han Tümertekin oldu. SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da imzası olan Tümertekin ile bu iki sanat mekanının kente kazandırdıklarını, Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi davetli yarışması için ürettiği konsept projeyi konuşmak istedik. Tümertekin bu projelerdeki tecrübelerini ve sanat yapısının şehir ile kuracağı ilişkinin öneminde mimarın işlevini anlattı.
Sizin için sergi mekanlarının olmazsa olmazları nelerdir? Bir müze ya da sergi yapısının mimarisi nasıl olur?
Bir saplantımdan söz ederek başlayacağım. Her yapıyı, tam bulunduğu noktaya bağlama konusunda saplantılıyım. Belirleyici olan öncelikle “Neredeyiz?”, “Oraya nasıl geliyoruz?”, “Oradan nasıl ayrılıyoruz?”… Öğrencilerimin proje sunuşlarını dinlerken yaptığım tipik müdahale budur. Hep binaya gelirler, binayı nasıl terk ettiğini kimse anlatmaz ve onları uyarırım: “Tamam girdik, hadi şimdi bir de binadan çıkalım.” Bu müdahalemin temeli de aynıdır; orayı yani o spesifik yeri nasıl kullanacağımız önemlidir. Buradan yola çıkarak sergi mekanı şöyle olur veya olmalıdır diyecek yapıda biri değilim. Her sergi mekanı bulunduğu konumla doğrudan ilişkilendirilmek zorundadır benim için.
Sergi mekanlarında yapı mı öne çıkmalı yoksa eser mi öne çıkmalı?
Yine spesifik olma durumundan kademe kademe cevap vereceğim. Bir süredir verdiğim birkaç uluslararası konferansın adını ‘hiperspesifisite’ olarak tanımlamış durumdayım; spesifik olmak yetmez çok ileri düzeyde spesifik davranmalıyız. Bu benim sadece mimarlıkta ve mekan oluşturmakta kullandığım bir şey değil, gündelik hayatımda, herhangi bir gündelik konuşmamda da genel konuşma yönelimi oluştuğu anda müdahale edip spesifik konuşurum. “Şu noktayı konuşalım” uyarısı yapan biriyim. Oradan yola çıkarak; sanat, mimarlık ya da sanatçı, mimar ya da küratör ile arada bir gerilim olduğu gerçeğini görüyorum; bunu yaşamış biriyim umarım yine yaşarım ve üstesinden gelmeyi başarırım. Bir başka davranış şekline geri dönersem kişilerin dile getirdiği taleplerdense durumun gerektirdiği şeyleri deşifre etmek, onları ortaya çıkarmakla meşgul biriyim. O zaman bir küratörün, sanatçının ya da müze danışmanının veya bir başkasının bana durumu aktarma şekliyle çok ilgilenmem. Ortak olarak kabul ettiğimiz o gerilimin temelinde oradaki egoların çatışması vardır büyük çaplı.
Ego çatışması olarak yorumlanması bir ilk olacak…
Çünkü hele ki sanatta yer alanlarda yaygın karakteristik özellik çok gelişmiş egolara sahip olmaları. Şu değil de bu sanatçının ya da şu değil de bu mimarın, kendini farklı kılmasının temel nedeni olan ego ne yazık ki denetlenme konusunda çok zor bir özellik.
Tarafların bu karşılaşmada egolarını bastırmayı başarmaları ya da en azından taraflardan birinin, örneğin kendi egosunu kontrol etme, bastırma ile gerilimi düşürmesi. Bu aslında karakter
özelliğim olmasından öte tasarım metodolojisi olarak algılanmalı. Taraflardan en azından biri sakin bir şekilde “Buranın gerek duyduğu şey nedir?” diye sorabilmeli. Ve yine o mekan her ne kadar, sanatın sergilenmesi ya da içinde yer alması için tasarlanıyor olursa olsun tek boyutunun bu olamayacağı gerçeğinin masaya konması çözüme yaklaşma konusunda kullanışlı bir durum.
Doğal olarak o sanatsal etkinliğin başındaki kişi küratör olabilir ya da sanatçı, mimarın karşısına oturan her kimse, işveren konumundaki kişi ya da kişiler doğal olarak tümüyle konsantrasyonlarını kendi ihtiyaçları üzerinden geliştirirler. Ama yine biliyoruz ki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir mekan çevresinden, konteksinden bağımsız var olamaz. Dünya bir bütündür, parçalanmış bir bütündür ama dünya tektir, benim için de mekan tektir. O zaman ister var olan bir yapının örneğin salt projelerin içinde sanatı var etme sorunuyla karşı karşıya olalım, ister salt sanat için bir yapı tasarlayalım; işin bu boyutu tabi ki o binayı var etme nedeni olarak önemlidir. Ama çevre vardır ve o çevreyi de hesaba katmak gerekir.
Siz SALT Galata ve SALT Beyoğlu’nu yaparken nasıl yaklaştınız bu konuya? Onlardan önce bir sanat yapısı tasarlamış mıydınız?
Taksim Sanat Galerisi vardı ama yıkıldı sonunda. SALT’ın her iki binası da en büyük kullanıcı testine tabi olmuş sanat mekanı tasarımları oldu; uluslararası tepkilere de muhatap olduğu için.
Her iki SALT binası da çok ses getirdi…
Evet, dünyada farklı yerlerdeki karşılaşmalarımda “Oranın mimarı senmişsin” veya “Ben İstanbul’a iki günlüğüne gitmiştim, yarım günümü de orada geçirdim” türünde ilginç tepkiler aldığım oluyor. O çalışmada küratör Vasıf Kortun en başından beri vardı. O bizi çok yönlendirdi. Dolayısıyla bina ortaya çıktığında, değerlendirme yapılan bir konumda değildi. Garanti Bankası “Biz şehrin ortasında iki 19. yüzyıl yapısını şehre bir hediye olarak kültür mekanlarına dönüştüreceğiz” dediği andan itibaren küratör vardı. Bu tabii işimi hem kolaylaştıran ama az önce söz ettiğim tarafların egolarının yönetimi açısından da zorlaştıran bir şeydi.
O dönemde çok zorluk yaşadınız mı?
Hayır. Hiçbirini zorluk diye adlandırmam çünkü projenin verileri bunlar. Nasıl ki o bina orada duruyor ve bu gerçeği değiştiremezsem, Bankalar Caddesi’nin yokuş olması da bir veridir benim için. Böyle yaklaşırım. Proje sürecinde yer alan aktörlere de, topografyaya da bir veri olarak yaklaşırım. Uluslararası çapta tanınmış, kabul görmüş, işini iyi yapan bir küratör olması nedeniyle Vasıf Kortun’u ciddiye alıp dinleyip, onları da veri olarak projenin içine katmak gerekiyordu. Bu ilişki önemli bir veri ve sonuçtaki başarının da ciddi bir girdisiydi. Bu bilgiyi o mekanlara yerleştirirken önce binaların kendi mekansal değerlerini açığa çıkarmak gerekirdi. İlk yapılan bunu sağlamak ve de eklentileri ayıklamak oldu. Binanın mekansal gücünü içinde yer alacak sanatsal etkinlikleri bastırmayacak, aksine onları daha görünür ve nitelikli kılacak şekilde ayarlamak gerekiyordu. Oranın temel sorunu oydu. SALT’ların her ikisinde bütün konsantrasyonumuzu buna kullandık. Bu noktada bir şeyi daha vurgulamakta yarar var: Altı, yedi farklı mimar ve tasarımcıyı da projenin içine sokma kararı vardı ilk günden beri. Belli aralıklarla bazı kısımların değiştirilmesi gerekiyor denmişti. Kütüphane, tuvaletler, genel resepsiyon bankosu, oditoryum gibi. Bazı mekanlar da farklı gruplara dağıldı. Pek çok mimar için büyük bir zorluk olabilecek bir durumu da yöneterek bir değere dönüştürdük.
Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi için konsept dizayn etme süreciniz nasıl oldu?
Bu bir sınırlı yarışmaydı, dünyadan dört ekip davet edildi. Davetliler arasında Türkiye’den katılan tek ekiptik. Yine işlevinden bağımsız olarak öncelikle içinde yer alacağı ilişkiler temelinde başladık projeye, tabii ki ne olacağını biliyorduk. Ama temel veri -Pervititch haritasında da göstermiştik sunuşumuzda-, geçmişte büyük çapta boş kalan arazinin o bölgenin yoğun bir yapı dokusuna geçtiği noktada yer almasıydı. Dolayısıyla öncelikli konu bu ölçek düzenini yönetmek üzere kuruluydu. Eskiden boş olan sonra da üzerinde fabrikaların yer aldığı bu büyük parseller artık fabrikaların oradan taşınması sonucunda belli yapılaşmalara sahne oluyordu. O yapıların ölçekleri çevrelerindeki ölçeklerden çok farklı ve Koç Modern Sanatlar Müzesi bu iki bölgenin kesişme noktasında yer alıyor. Biz öncelikli olarak yapının değil de yapıların oluşturduğu bir müzeyi doğru bulduk, ölçek geçişini yönetebilmek için sergileme alanlarının ve çok amaçlı black box’un yer aldığı büyük boşluklardan oluşan bir kütle ile daha küçük bir kütleden oluşan bir sokak yarattık.
Black box nedir?
İşverenin tabiri bu. İçinde çeşitli etkinliklerin yer alabilmesi için donatılmış boş bir kutu. Gün ışığına ihtiyacı yok çünkü her farklı kullanımın gerektireceği ışık yapay aydınlatmayla sağlanıyor. Sokağın bir cephesini oluşturan sergileme binasında galeriler ve black box yer alırken karşısındaki az katlı binada yönetim, kafe, müze dükkanı ve dönemsel sergi mekanları yer alıyor. Büyük yapılar dizisi olarak ilerleyen kentsel dokuyu ona eklediğimiz son bir kütleyle durdurduk. Sokağın karşısında ise yakın çevrenin az katlı ve yoğun yerleşmesine uygun boyutta bir yapı ile ölçek değişikliğini yönettik. Bu çözüm binaya girmeden önce müzeye girişi sağlıyor. Sokaktan geçen herkes müzenin içinden geçiyor…
Yani sizin yine en başta söylediğiniz gibi nasıl giriliyorsa bir şekilde çıkışı da başından düşünülmüş, organize edilmiş, şehir ile bağlantısı kurulmuş…
Şehirle bağlantısı çok güçlü şekilde mekan kurulmaya çalışılmış bir şey söz konusu. Seçilen projede tam içinden geçmiyor ama o da iki kütleyle çözmüş. Diğerleri tek kütle olarak çözmüş. İkinci konu yine benzeri binaların temel sorunu olan içeride sergi mekanlarında duvar yüzeyine ihtiyaç olduğu için bu içe dönük durumun cepheye yansımasında ortaya çıkan büyük sağır cepheleri yok etmek idi. Biz sergileme bloğunun içindeki tüm yaya trafiğini cepheye taşıdık; yine şehirle ilişki kurma bölgesi olarak. Bu yıllar önce şimdilerde yıkılmış olan Taksim Sanat Galerisi’nde uyguladığımız yöntemdi. Orada da sirkülasyonu cepheye almıştık. Topu topu iki galeri, iki sergileme mekanı vardı, ikisinin arasında da bir rampa vardı. Bir kişi galeriler arasında dolaşırken ve katlar arasında yer değiştirirken, sürekli kente çıkıp tekrar içeri giriyor, kente çıkıp tekrar içeri giriyor şeklinde bir hareket olacaktı. Yapı önünden geçenlerin sağır bir cepheye ve o cephe yüzeyindeki grafik becerisine dayalı bir kentsel algı oluşturmak yerine hakiki insanların cephede hareket ettiği dolayısıyla cepheyi insanların oluşturduğu bir anlayışla tasarlandı.
Şehirle kuracağı ilişki çok önemliydi o zaman?
Temel konu burada şehirle kurulacak ilişkiydi ve şehrin çok hızlı değişmekte olan bir bölgesindeydik. Dolayısıyla bu proje de değiştirecekti kentsel dokuyu.
İstanbul’a yabancı bir ekibin projesi seçildi ama…
Yabancı temelinde değerlendirmek ne kadar sağlıklı bilmiyorum, bu bir avantaj da olabilir. Mesafeli durma açısından. Dolayısıyla ben projenin entelektüel kaynağını, yerli ya da yabancı olmasından çok oraya verdiği cevap temelinde değerlendirmekten yanayım. Doğrudan öbür projeyi bu ayrıntıda görme imkanım olmadı ve yorum yapamam. Hele hele kaybettiğim bir yarışmadaki rakibimin tasarımı üzerine konuşmak doğru değil. Yeri gelmişken şunu söyleyebilirim ki biz genel olarak yarışmalarda sunum konusunda biraz tutuk davranıyoruz. Biz büro olarak düşüncemizin emin olduğumuz kadarını sergileyebiliyoruz. Yani emin olmadığımız bölümleri eminmişiz gibi sunma refleksimiz yok, öyle bir becerimiz de yok, biraz abartırsam öyle bir ahlakımız da yok. “Hadi gelin bu binayı çok beğendik, bu binayı yapalım” dendiğinde, çizilmiş olan bir tek çizginin dahi yapılamaz olması ve o nedenle değiştirilerek binanın gerçekleştirilmesi durumunda kahrolurum.
Sanat merkezinin bulunduğu yeri dönüştürücü bir etkisi var diyebilir miyiz? Kuşkusuz dönüştürücü etkisi var bu tür müdahalelerin. Gerek SALT Beyoğlu, gerekse SALT Galata hem o bölgede hem de şehrin kültürel hayatında dönüştürücü etkiler yarattılar. Buna giden yolun başında yapıların birer kamusal alan olarak düzenlenmeleri vardı. Mimar o bölgeye yapılacak sanat ve kültür yatırımında söz sahibi değildir ama o işlevleri kolaylıkla ulaşılabilir yapma becerisine sahiptir. Biz de SALT’lardaki mimari müdahalelerimizi büyük çapta girişleri yeniden kurgulamak çerçevesinde yaptık. İnsanların neredeyse yoldan geçerken kendilerini içeride buldukları mekanlar oluşturduk ve bu akışkan dolaşımı binalara yaydık. Böylece yukarıdaki işlevlerin hepsine kolayca ulaşılan bir mekan kurgusu çıktı ortaya. Bu da tabii kullanıcı ve ziyaretçi konforunu farkına vardırmadan arttıran bir etken olarak yapıların kullanımını ve sunduğu programların da çeşitliliğini arttırdı. Dolayısıyla çok sayıda kişiye hizmet vererek dönüşüme neden oldular.
“İstanbul, Pompidou’ya Benzer Bir Sanat Merkezine İhtiyaç Duyuyor”
Usta mimar Selçuk Avcı’yı Türkiye’de yaptığı başarılı işler ile tanıyoruz. Ancak Avcı Architects Türkiye tecrübesinden önce İngiltere başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde de iyi yapılar üretmiş bir büro. Sanja Jurca Avcı ise Avrupa ve son yıllarda Türkiye’de pek çok farklı şehirde sergi tasarımları yapıyor. Selçuk Avcı ve Sanja Jurca Avcı ile sergi mekanlarının değişen mimarisini konuştuk.
Öncelikle şunu sormak istiyorum, Avrupa’daki sergi alanlarıyla ilgili yeni gelişmeler var mı?
Selçuk Avcı: Avrupa’da sadece İngiltere, Fransa ve Almanya gibi belli başlı ülkeler hakkında kısıtlı deneyime sahibim. Ancak tahmin ediyorum ki birçok Avrupa şehrindeki genel akımlar birbirlerine benzer. Bu da daha çok özel koleksiyoncunun ve yardımsever yatırımcının, toplumun yararına çalışmalar yapmak adına galeriler ve müzeler açmasıyla sonuçlanıyor. Ancak bu kurumların mirasına dönüşecek olan ikonik yapılar tasarlama niyetleri konusunda sıklıkla şüpheye düşüyorum. Paris’te bulunan Bois du Boulogne’daki Louis Vuitton binası bunun iyi bir örneği. Yapı bütçesinin büyük bir bölümü içerdiği sanat yerine, yatırımın ve yatırımcının büyüklüğünü göstermek için harcandı.
Ancak aynı zamanda güzel örnekler de mevcut. Londra’da bulunan Tate Bankside Müzesi, tam zıttı bir yaklaşım doğrultusunda sanata hizmet etmek için tasarlanan güzel bir örneği temsil ediyor. Bununla birlikte görkemli bir sanat deneyimi sağlama arzusunu bastıran Tate Modern’in Herzog & De Meuron uzantısındaki mimarlık anlayışı hakkında aynı hisleri paylaşamıyorum.
Sanja Jurca Avcı: Londra’da bu olumsuz yaklaşımların karşısında duran Saatchi, Lisson, White Cube, Whitechapel ve bunun gibi yalnızca sanata hizmet etmek için başarıyla tasarlanmış ünlü birçok örnek de mevcut.
Galeri mekanları açısından Avrupa ve Türkiye arasındaki farklar nelerdir?
S.J.A.: Bana göre İstanbul bu konuda şimdiden iyi bir başlangıç gerçekleştirdi ve daha da fazlasının listeye ekleneceğine inanıyorum. İstanbul Modern ve Sabancı Müzesi bu bağlamda çok iyi örnekler ancak maalesef bu liste biraz kısıtlı ve insan daha fazlasını görmek istiyor. Mekan bağlamında o kadar olmasa da küratöryel yönetimi ve içeriği açısından Pera Müzesi de çok başarılı.
S.A.: Uluslararası sanat fuarlarına gösterilen büyük ilgiden de anlaşılacağı üzere, bence şu an İstanbul’da sanata ilgi konusunda büyük bir patlama yaşanıyor. Ayrıca yukarıda bahsi geçen üç örnek de gösterdikleri liderlik sayesinde İstanbul’daki çıtayı yükseltiyorlar. Nicelik olarak her ne kadar Londra’daki mekanların seviyelerine ulaşamasa da İstanbul hızlı bir şekilde arayı kapatıyor.
S.J.A.: Evet, buna katılıyorum. İstanbul söz konusu olduğunda hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramıyorum. Ancak yine de bu şehirde eksik olduğunu düşündüğüm küçük ölçekli tasarlanan sanat mekanlarını daha fazla görmek isterdim. Bana göre esas fark sanat pazarının gelişmesinde yatıyor. Bu bağlamda Londra, Paris ve New York 50 sene ilerimizde bulunuyorlar. Buna rağmen halihazırda İstanbul’da muhteşem sanat mekanları bulunuyor. Bence İstanbul’da da özel fonlu sanat mekanlarını gitgide daha fazla görmeye başlayacağız.
S.A.: Şu anda çok sayıda sanat galerisinin tasarlanmak üzere olduğuyla ilgili haberler alıyorum ve bu konuda oldukça heyecanlıyım.
Size göre ‘mevcut bir mekanı dönüştürmek’ ile ‘yeni bir mekan yaratmak’ arasındaki yaklaşım farkı ne olmalıdır?
S.J.A.: Her iki durumda da eğer mekan tamamıyla çağdaş sanata adanmışsa, her adım, yapıdan ziyade sanatın ön plana çıkması ve ilgi odağı olması için atılmalıdır.
Dönüştürülmüş mekanlar durumunda ise her ne kadar güçlü ve zayıf olsalar da şüphesiz hepsinin kendine ait bir karakteri bulunmakta. Mekanın bu karakteri, mekanın içine sanat eserleri yerleştirildiği anda onlarla bir çeşit ‘diyalog’ kurmaya başlar. Bu diyalog uyumlu, aralarında ilgi çekici bir zıtlık barındıran bir şekilde veya daha farklı bir karakterde olabilir. Ancak amaç her zaman sanat eserlerinin vurgulanması ve öne çıkartılması olmalıdır. Bu nedenle dönüştürülen mekanların, içlerine yerleştirilecek sanat eserleri bağlamında bazı kısıtlamalara sahip olduklarını söyleyebilirim.
Bana göre yeni ve belirli bir amaca yönelik tasarlanan sergi mekanları olabildiğince nötr ve neredeyse karaktersiz bir yapıda olmalılar. Bu mekanlar, içlerine herhangi bir eseri yerleştirmeyi mümkün kılarlar. Fiziksel kısıtlamalar elbet olacaktır ancak karakter açısından mekanın kendisi ideal olarak ‘karaktersiz’ veya ‘nötr’ olduğu için, sanat eserleri sadece kendi aralarında monolog veya diyalog gerçekleştirirler.
S.A.: Bana göre dönüştürülmüş mekanlar konusunda Tadao Ando tarafından dönüştürülen Venedik’teki Punta Della Dogana yapısı çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Ando burada, yapının karakteriyle örtüşen modern elemanları ortaya çıkararak yapının karakterini çok iyi bir şekilde kullandı. Ancak enteresan olan bu projenin, en az diğerleri kadar modern olan sanat eserlerinin bu belirli bağlam içerisinde nispeten uyumlu görünmesi ve yukarıda bahsettiğin nötrlük kavramına neredeyse tamamıyla ters düşmesidir.
S.J.A.: Evet ama bu bir yenileme projesi.
S.A.: Tamam ama benim anlatmaya çalıştığım nokta şu ki, karakteri olması o kadar kötü değil. Bence yeni bir yapının da karakteri olabilir ve sanat adına ilgi çekici bir mekan ortaya koyabilir.
S.J.A.: Sanatı engelleyecek baskın bir karakteri olmadığı sürece buna katılıyorum.
Bu bağlamda bir mekanı ‘galeriye özgü’ kılan unsur nedir?
S.J.A.: Bunu cevaplamak için öncelikle neyin ‘bir mekanı galeri yapmadığını’ imgelemek gerek. Bana göre sanat eserlerinin kendilerini ifade etmek için sakin bir mekana ihtiyaçları var. Örneğin karmakarışık, yoğun ve görsel olarak ‘gürültülü’ bir mekan kötü bir galeri mekanına işaret eder. Haliyle bunun tam zıttı da ‘galeriye özgü’ bir mekan yaratır. Fakat yine de bu bir genellemedir. Londra’da bulunan Sir John Soane Müzesi karmakarışık olarak addedilebilir ancak yine de kusursuz kompozisyonu, organizasyonu, gün ışığı ve yapay aydınlatma kullanımı, duvar renkleri ve daha fazlası, burayı aynı zamanda eşsiz güzellikte bir sergi ve sergileme alanı yapmaktadır. Bu yüzden yeniden “Kurallar çiğnenmek içindir” diyebiliriz.
S.A.: Bence bu tamamen soruyu nasıl yorumladığınızla alakalı o yüzden ben kendi yorumumla cevaplayacağım. Soru içeriğinin, nasıl bir yaklaşımın bir galeride özgün mekanlar yaratabileceği olduğunu anlıyorum ki bence bu çok daha ilginç bir soruyu kapsıyor. Daha önce belirttiğim gibi ben bir mekanın iyi bir galeri alanına dönüşmesi için tamamıyla nötr olması gerekliliğine pek katılmadığımı söyleyebilirim. Bunu benim için en iyi açıklayan mekan, Paris’te eski bir yapı içerisinde konumlanan Picasso Müzesi’dir. Sanıyorum ki bazıları nötr bir mekanın onun çalışmaları için daha iyi bir alan oluşturabileceğini öne sürebilirdi. Ancak bana göre bu evin odalarındaki garip düzenlemeler burayı özgün bir galeri yapıyor ve böylece mekansal olarak da zihnimde yer ediyor. Bu gibi bir yaklaşımı yepyeni bir galeride de denemek isterim.
O yüzden bence bu biraz mimarın veya tasarımcının mekanı ele alış biçimiyle, biraz da -eğer gerçekten var isemevcut yapının size sunduğu olanaklarla alakalı. Kısacası mimarların, nötr olmaya çalışırken mekansal bağlamda zorlayıcı ve özgün mekanlar yaratmak için geri planda kalmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Tüm akımları bir kenara koyarsak, sanat galerilerinin tasarımına nasıl yaklaşmamız gerekiyor?
S.J.A.: Belirli bir amaç için tasarlanmış bir galeride bir sergi yaratmanın daha az zorlayıcı olacağını söyleyebilirim. Çünkü tasarımcının uğraşması gereken bir eksik bileşen olacaktır: Dönüştürülen mevcut mekanın karakteri.
Ancak yeni tasarlanmış galeri mekanlarının olanakları ve niteliklerini inkar etmemek adına sağladıkları görsel ‘sessizliğin’ mekan dilinin yalın esaslarıyla çalışabilmek adına mükemmel bir fırsat yarattığını söyleyebilirim.
S.A.: Sadece sergiledikleri sanat eserlerini dönüştürmeyen, aynı zamanda kentsel peyzajı ve şehrin ekonomik geleceğini kalıcı olarak değiştiren birçok yeni sanat galerisi örneği de mevcut. Bilbao Guggenheim Müzesi buna iyi bir örnek konumunda ve sanıyorum ki ticari olarak baktığımızda aynısı Paris’teki Louis Vuitton koleksiyonu için de geçerli. Ancak her ikisinin de tek bir ortak noktası var: Hiç kimse galeri mekanları olarak tasarlanan bu yapıları iç mekanlarıyla bilmiyor. Bu yapılar bir yandan kalıcı olarak zihnimize kazınmış aile ismini yüceltmek, diğer yandan da Bilbao örneğinde olduğu gibi, şehre gelen ziyaretçi sayısını arttırmak için tasarlandılar. Bilbao’daki yapı 100 milyon dolar değerinde ve şehir için yılda 300 milyon dolar değerinde ziyaretçi trafiği oluşturuyor. Bu yüzden başarılı bir galeri olduğu söylenebilir.
Fakat bu galerilerin isimlerini internette araştırdığınızda önünüze gelen görüntülerin yalnızca yapıların dış kısımlarını gösteriyor olması bir hayli ilginç. Uzun süreli bir araştırmanın sonunda iç mekanları bulduğunuzda ise bunların sanata bütünüyle egemen olmuş gösterişli biçimlerdeki gereksiz jimnastik formları olduğunu görüyorsunuz. Bence bu yapıların içinde sanat, ilgisini kaybediyor ve üzücü bir biçimde yok oluyor.
İkinizden de anladığım kadarıyla sunulan işin sergide öne çıkmasını savunuyorsunuz. Son işlerinizden örnekler vererek açıklarsanız çok seviniriz.
S.J.A.: Mekan bir araçtır ve sanat da içeriktir…Kesinlikle sanatın öne çıkması gerektiğini düşünüyorum. Bazen sanatın da mekanı öne çıkartabildiği ilginç bir durumun meydana geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, farklı sergiler ve sanat eserleri ile aynı mekanın tekrar tekrar dönüşüm geçirerek ‘yeni’ bir mekana evrildiğini görmek bana büyük bir keyif veriyor.
Ancak tecrübelerime dayanarak serginin barındırdığı sanat eserinin veya nesnenin, tekrar tekrar dönüşüme uğrayabileceği daha nötr bir mekana ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Benim işlerim, sergi içeriğinin sürekli değiştiği, kalıcı olmayan bir yapıdan oluşuyor. Bu yapı sağlandığında, hareket etmenin kolay olduğu bir mekana ihtiyaç duyuyorum ve gerektiği kadar burayı ışıklandırıyorum. Tabii ki eğer bir galeride belirli bir form dahilinde çalışıyor olsaydım ve tarihsel açıdan ilgi çekici tarafları olsaydı, ortaçağa ait Sistersiyen Manastırı’nda gerçekleştirilen “Slovenya’da Hristiyanlık” sergisinde olduğu gibi bu fırsatı değerlendirmekten büyük keyif alırdım.
S.A.: Bir sergi tasarımcısı olarak Sanja’nın ilgilendiği iş, mekanın yalnızca çeşitli sanat eserlerini kapsamadığı ve aynı zamanda belli başlı bazı konular hakkında hikayeler anlattığı tematik sergilerin aksine, sürekli değişim geçiren sanat temelli sergiler için tasarlandığı bahsettiğimiz türdeki işlerden biraz farklılık gösteriyor. İlginçtir ki burada o tarz bir sergiden değil, Sanja’nın dediği gibi sanatın mekan karşısında yaşamasını sağlayacak daha nötr bir mekana veya zemine ihtiyaç duyduğu, daha çağdaş bir sanat türünden bahsediyorsun.
S.J.A.: Evet, örneğin “Şövalye, Prenses ve Ejderha” isimli sergim tarihteki şövalyelerin hikayesini anlatan geçici bir sergiydi. Şövalyelerin zırhlarından, metinlere, el yazılarına ve 400 sene öncesinin savaş kıyafetlerine uzanan objeleri barındırıyordu. Bu tarz bir sergi, çok sayıda talebe cevap verebilmek için fazlasıyla esnek bir mekana ihtiyaç duyuyor. Çoğunlukla da gün ışığına ihtiyaç duyulmuyor.
S.A.: Doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul, çağdaş sanat mekanlarından bu tarz bir sanat ve müze mekanının eksikliğini çok çekiyor.
S.J.A.: Her halükarda bu soruya bir cevap olarak şunu söyleyebilirim ki benim yaptığım iş, objelerin bir mekanda mutlaka ön plana çıkmak zorunda olmadıklarını gösteriyor. Çünkü içeriğine bağlı olarak sergilerin bunu sağlaması gerekiyor. Fakat böyle sergi alanlarını veya benzerlerini oluşturan mekanlar her yönden ilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Aralıklı mekanlar, sirkülasyon alanları ve onların bağlantılarından bahsediyorum.
S.A.: Birçok çağdaş sanatçının işinin gösterildiği ve sürekli değişen bir içeriğe sahip galeri mekanlarının, tematik müze benzeri bir deneyim sunmak adına tasarlanan mimarlıktan ve mekanlarından daha farklı gereksinimlere sahip olduklarını söyleyebilirim. Ayrıca bahsetmeyi unuttuğumuz tek unsur olan doğal ışık da çok önemli bir faktör. Tarihsel açıdan ihtişamlı olan müzelerin ve sanat galerilerinin, doğal ışığı mekanlarda kullanma konusunda hep çok zekice veya basitçe tasarlanmış yaklaşımları olmuştur. Günümüzde bu yaklaşımı çok az görüyoruz. Bu da mimarların istedikleri şeyi yapabilme özgürlüklerinden ileri geliyor. Ancak unutmamak gerekir ki yakın tarihe kadar gün ışığından yararlanmak bir zorunluluktu.
Atlamamamız gereken bir de sürdürülebilirlik açısı ve olgusu var. Gösterilen sanat eserlerinin birçoğu gün ışığı altında yaratıldı ve dolayısıyla yaratıldığı süreçteki mevcut ışığın altında gözlemlenmeleri gerekiyor. Mimarlar olarak elektrik ışığının her şeyi hallettiği gerçeğiyle biraz fazla rahatlamış durumdayız.
Sanat merkezlerinin veya müzelerin sıklıkla şehrin bir bölümünü ve hatta tamamını değiştiren veya dönüştüren bir katalizör görevi gördükleri düşünülür. Kendi sergi tasarımlarınızı geliştirirken bunu göz önünde bulunduruyor musunuz?
S.J.A.: Bence belirli bir serginin tüm şehir bağlamında dönüştürücü bir etkisi olmasını beklemek çok fazla olacaktır. Ancak sergiler için tasarlanmış bir bina kesinlikle bu görevi üstlenebilir. Bilbao veya Pompidou gibi bilinen örnekler hakkında konuştuk. Bana göre İstanbul, tasarımları veya konumlarıyla şehri dönüştürme görevini üstlenecek bu tarz sanat merkezlerinin eksikliğini çekiyor.
S.A.: Bana kalırsa Türkiye’yi böyle iyi örneklerle tanıştıracak bir sorumlu yatırım sürecine giriyoruz. Grimshaw Mimarlık, Koç Çağdaş Sanat Müzesi’nin tasarımını üstlendi ve inanıyorum ki bir gün Dolapdere’yi tamamen değiştirecek. Ancak bana göre bu şehrin en büyük eksiğini, tasarlanması gereken ve büyük yankı uyandıracak Taksim Meydanı Projesi dolduracaktır. Bu alan İstanbul’u uluslararası ölçeğe taşıyacak acil bir müdahaleye ihtiyaç duyuyor ve tabii ki bu proje uluslararası bir yarışma olmaksızın yapılırsa hepimize çok yazık olur.
S.J.A.: Evet, İstanbul da kendi Pompidou Merkezi’ne ihtiyaç duyuyor. Ancak bunu tabii ki Gezi Parkı’ndaki ağaçlara olabildiğince zarar vermeden ve yeşil alanın hakim olduğu bir çerçevede toplumun en derin ihtiyacını da düşünerek gerçekleştirmek gerekiyor. Çünkü İstanbul’un aynı zamanda yeşil dokuya da ihtiyacı var.
S.A.: Olumlu bir gelişme olarak da Londra bağlamında bahsettiğim, Saatchi ve Lisson galerilerine benzeyen küçük ölçekli galeri projeleri ile ilgili haberler duyuyorum. Bence İstanbul’daki sanat sahnesi, şehirde kuruldukları bölgeleri kendi ölçekleri dahilinde dönüştürebilecek güçte olan bu mekanları, finanse edip destekleyecek bir seviyeye ulaştı. Fakat Sanja’ya tamamen katılıyorum.
İstanbul aynı zamanda dünya geneline işaret edecek, yalnızca uluslararası ölçekte bir sanat mekanı yaratan değil aynı zamanda şehrin daha geniş çevrelerine de odaklanan Pompidou Merkezi’ne benzer bir sanat merkezine ihtiyaç duyuyor.
“Sanata Özel Mekanlar, Sanatın Kazandığı İvmeyi Gösteriyor”
Dolapdere’deki Pilevneli Gallery de özel olarak tasarlanmış galeri mekanıyla yakın zamanda sergilerine başlayacak kurumlardan. Galerinin kurucusu Murat Pilevneli, Türkiye’de galerilere özel mekanların sayıca artmaya başladığına dikkat çekerek bu durumun sanatın ivme kazandığının bir göstergesi olduğunu vurguluyor. Dolapdere’ye gelen sanat kurumlarının etkisiyle semtin salt sanatla anılacak bir bölge haline dönüşeceğini ve çehre değiştireceğini söylüyor.
Galerist ve Pilevneli Gallery’den gelen tecrübelerinize dayanarak soruyorum: Türkiye’de galeriler eskiden nasıldı, şimdi nasıl? Avrupa ile Türkiye’nin farkları neler?
10-15 yıl öncesine kadar galeriler, halihazırdaki mekanları kullanarak kendilerini göstermeye ve var etmeye çalışıyordu. Şimdiyse mimarlarla işbirliğine gidilerek, salt sanata özel mekanlar yaratılıyor. Bu aslında sanatın son yıllarda Türkiye’de nasıl bir ivme kazandığını ve konumlandığını gösteriyor. Öte yandan dünya ile kendimizi kıyaslamaya gidersek yine de hayli geride olduğumuzu görürüz. Kuşkusuz Türkiye’de vaktiyle, Maçka Sanat Galerisi ile mimar Mehmet Konuralp’in veya Abdurrahman Hancı’nın Ortaköy’deki Benadam Galerisi gibi işbirlikleri yaşandı. Ancak bu örnekler baştan aşağıya yeni bir mekan yaratımı yerine var olan bir mekanın yeniden şekillendirilmesiyle gerçekleştirilmiş çalışmalardı.
Apartman dairesi, hatta eski tarihi bir yapı, sonra daha geniş ve dönüştürülmüş alanlar kullanılıyordu, şimdiyse sıfırdan tasarlanan iki, üç katlı özerk mekanlarda açılıyor galeriler. Pilevneli Gallery’nin tasarımını da Emre Arolat Architects yaptı. Biraz galeri mekanınızdan bahseder misiniz?
Yanılmıyorsam 2010 yılında Galerist’in özerk bir binaya geçmesi gerektiğini düşündüğüm dönemlerde Dolapdere’de, şu anda galerimizin yerleşeceği binaya bakmıştım ve hayli ilgilenmiştim. Ancak yeni bina aramaktan vazgeçmemle birlikte bu fikir de gerçekleşmedi. Geçen sene tekrar özerk bir binaya geçmek gerektiği fikrine sıcak bakmaya başladığımda yine bahsini ettiğim binaya gittim, müsait olduğunu gördüm ve kiraladım. Bina hacim ve konum olarak iyi, ancak yapı itibarıyla bir galeri için elverişli değildi. İlk önce Emre Arolat’tan bu yapıya özel bir proje hazırlamasını ve bize destek olmasını rica ettim. Tereddüt etmeden kabul etti. Oturum alanı yaklaşık 260270 metrekare, bodrum ve asma katı dahil beş katlı bir yapı. Toplam kapalı alanı yanılmıyorsam 1200 metrekare civarında. Tasarım çalışması geçen sene eylül ayında başladı ve ekimde şeklen tamamlandı. Ardından Emre’nin ortaya koyduğu öneriyi gerçekleştirmek için sponsorluk arayışına girdik. Proje 20-25 kişi ve kurumun desteğiyle hayata geçiyor. Çimentodan boyaya, çelikten fayansa kadar imece usulüyle bu yapıyı hayata geçiriyoruz. Çalışmalara mart, nisan gibi başladık ve ekim, kasım aylarında tamamlamayı hedefliyoruz.
Sizce bir mekanı ‘galeriye özgü’ kılan nedir? Mimardan bu konuda bir talebiniz oldu mu? Eser mi öne çıkacak yoksa yapı kendi başına bir şey anlatacak mı?
Emre Arolat’tan sadece iki ricam oldu: Projemize destek olması ve kendi görüşü doğrultusunda bir tasarım yapması. Yaratıcı kişilere ne yapmaları gerektiğini söylemeyi sevmiyorum. Çünkü onlarla çalışmamın nedeni zaten görüşleri ve ortaya attıkları fikirler. Bu bağlamda yapı tamamen Emre’nin görüşü çerçevesinde şekillendi. Birlikte galeriler gezdik, deneyimlerimi paylaştım ancak bunların hiçbiri talep veya öneri olarak Emre’nin karşısına çıkmadı.
Sanat merkezlerinin kentin belli bölgelerini dönüştürmek için öncü kuvvet görevi üstlendikleri söyleniyor. Sizin galerinizin de yeni yerinde böyle bir işlevi olacak mı?
Galerinin işlevi bir semti kalkındırmak veya dönüştürmek değil. Semtin bizim gelişimizle birlikte dönüşüme geçtiğini söylemek daha doğru. Bu açıdan bakıldığında sanatın olumlu anlamda fazlasıyla etkisi var. Kuşkusuz Nişantaşı, Beyoğlu veya Karaköy sanatın da yer aldığı ancak karma yapılar. Tophane özellikle sanatla yükseldi ancak çevre halkının tepkisi sonucu geri plana kaydı. Bomonti’de de bir yapılanma gayreti var ancak iyi niyetli bir çaba olsa da gerçekçi ve meşru bir zeminde değil. Bana kalırsa Dolapdere bu anlamda çok önemli bir konuma sahip. Dolapdere özellikle sanatla ciddi bir ivme kazanıyor. Geçen sene binayı tuttuğumuzda Koç Müzesi’nin hazırlıkları mevcuttu. Dolapdere’deki ilk özel galeri olarak yerimizi aldıktan sonra Gaia ve Dirimart da bölgeye geldi. Başka galerilerin de Dolapdere’de mekan baktıklarını biliyoruz. Şu anda tek engel ‘olası’ talep karşısında emlak fiyatlarının şimdiden anlamsız şekilde yükselmesi. Geçen sene 5 bin TL olan bina kirası 20 bin TL’ye kadar çıktı. İrrasyonel rakamlar bunlar ancak aklına koyan arzu ettiği şekilde halen mekan sahibi olabilir. Restoran ve kafe gibi eş zamanlı sosyalleşme imkanı veren mekanların gelmesiyle Dolapdere’nin İstanbul’un sanat merkezi olacağına ve salt sanat sayesinde anılacağına hiç şüphem yok. Dolapdere aynı zamanda konum itibarıyla müthiş bir merkez. Taksim’e iki, Beyoğlu’na veya Nişantaşı’na beş dakika uzaklıkta, çevre yolu veya tünellere direkt bağlantıları var ve park imkanları da söz konusu.
“Sanat Bir Öncü Kuvvet midir ki Üstlendiği Görev Kenti Dönüştürmeye Haiz Olsun?”
Eserle eserin sergileneceği yapı arasında bir gerilim olduğu söylenebilir. Hangisinin öne çıkacağı konusunu hep gündemdedir. Başarılı işleriyle tanınan mimar Cem Sorguç’a sergi mekanları bağlamında bu konuyu sorduk. Küratörlük deneyimine de sahip olan Sorguç dünya genelinden örnekler vererek bir sergi mimarisinin nasıl olması gerektiğini anlattı.
Öncelikle size değişen sergi mekanı mimarisini sormak istiyorum. Bir sergi mimarisinde nelere dikkat edersiniz?
Sergileme mekanı tasarımının bahsini kabuk dahil bir mimari bütün olarak, yapı olarak mı, bir iç mekan kurgusu olarak mı yoksa mevcutlar içerisinde bir pasaj olarak mı açtığımız önemli. Her kapsamda sergilemelere pasif davranan bir kurgu ile mekan olarak kendini de gösteren, sergilenenlere kendini ilave eden bir anlayış olmak üzere iki farklı damardan bahsedilebilir. Bu ikincisini daha çok yapı ölçeğinde ve kabuğu ile sergilediği tavır olarak görüyoruz. Bulunduğu yerde, şehirde ayrıştırma, ikonlaştırma, işlevsel varlığıyla paralel mimari bir tezahürü olarak çehreleşmesi. Zaha Hadid’in Roma’daki Maxxi Müzesi buna iyi bir örnek; ki Hadid mimarlığının genelinde olduğu gibi iç mekan ile paralel bir kurgusu var. Sanaa’nın New York Bowery’deki yapısı da yerinden sakinliğiyle kopuyor ve mekanlarını işlevine rahat bırakıyor ki henüz görmedim ama Herzog&deMeuron’un yeni sonlanan Tate binası da benzer izi taşıyor. İç mekanların katı partisyonlardan oluştuğu Josep Lluís Sert’in Fondation Maeght’ı, Renzo Piano’nun mükemmel Beyeler Müzesi ise başka bir yere tarifli, mekan mimari olarak da size detaylarını sunuyor, bulunduğu kır ile arasında ilişkiyi açık tutuyor. Tıpkı Helsinki şehri ile Steven Holl’un müzesinin ilişkisi gibi. Lafın özü yeri, sergi mekanlarında, içi, duruşu, gayesi gibi nedenlerden dolayı muhtelif tavırlar kollanabilir. Ama sergilemeyi ve çeşitlemelerini sekteye uğratmaması önemli.
Başlangıçtan beri mimarla, mimari eser arasında sanki bir çekişme oluyor diyebiliriz. Bir gerilim var; yapı mı öne çıksın yoksa eser kendini öne mi çıkarsın?
Aynen bundan bahsediyorum…
O gerilimde siz nerede duruyorsunuz?
Tam ikisinin ortasında bir yerde duruyorum diyebilirim. İç mekan ve sergileme alanlarında sakin bir tavır ortaya koymanın iyi olduğunu düşünürüm. Rol çalmamak, asıl amacı perdelememek, düğünde ikinci gelin olmaya çalışmamak diyeceğim; ama iki gelinli düğün de hiç de fena bir performans oluşturmayabilir diyerek Gehry ve Hadid’i anabilirim.
Bu tür yapılar içerinin şehirdeki göz kapısı dolayısıyla mimarinin iyiden iyiye pasifize olduğu bir yapıdansa paylaşımını şehir ile eser ortak paydada, görünmez bir mutabakat zemininde kuran yapılaşmaların makul olduğunu düşünüyorum. Lakin bu bir formül gibi tınlasa da tamamıyla bağlamsal bir politik tavır sergilemeli. Bir şehir yapısı, belleğimizden dolayı sürekli şehir yapısı atfediyoruz, ama bu da başka bir gerilim.
Tüm bunların dışında yapısal olarak başka bir işlevin sergileme vs için dönüşümü söz konusu ise buradaki hassasiyet mevcudun hali üzerinde oluşuyor. Dönüştürme, şayet bir tanık yapıysa bu tanıklığını örselemeden, bunu sergilemenin bir paydası kılarak, oluşmalı.
Siz son dönemlerde neler yaptınız sergi tasarımına yönelik?
Sergi tasarımına yönelik yakın zamanda İstanbul Modern’de küratoryal bir deneyimim oldu. Bu aslında içerden mekana çıkmak olduğu için bir mimar olarak fena bir deneyim olmadı.
Bunun dışında zamanında dost ahbaba Beyoğlu bölgesinde 19. yüzyıl yapıları içerisinde ufak atölyeler, sergi alanları oluşturmak var.
Küratörlüğünü yaptığınız ve İstanbul Modern’de izleyiciyle buluşan “Geç Olmadan Eve Dön” adlı serginiz kaç metrekarelik bir alana yayılıyordu? Nasıl bir dizilim öngörmüştünüz? Herhangi bir muhalefet oldu mu siz orayı tasarlarken?
200 küsur metrekareydi. Serginin izleğini mekana çevirdik. Mekan da evvelinden belli olduğu için olası kurgu ihtimalleri dahilinde izleği de belirledi. Mevcut ve yaptığınız işe, oluşturduğumuz malzemeye göre kısıtlı bir mekanla baş etmek zorunda olmak da demekti. Temelde birbiri ile ilişkili üç ana parçadan oluşan bir sergi ve bunun bir dizilimi söz konusuydu. Tasarlarken herhangi bir muhalefet olmadı, bilakis İstanbul Modern’in ve oradaki ekibin desteğini, yardımlarını anmam gerekir.
Galerici ya da müze müdürünün mimardan talebi ne oluyor genellikle? Mimarı ne kısıtlar?
Eğer yapı çok belli değilse, bir kere ebat ve sergilenecek eserlerle ilgili elini kolunu bağlamak istemeyecektir, istemiyorlar da zaten. Mesela orası sadece video art üzerine, yani birtakım black box’lar ile üç ay açık kalabilir. Yine enstalasyon ve benzeri bir çalışmayla açık kalabilir. Artık sanatı sadece belli noktalara sıkıştıramadığımız için temsil çeşitliliğinden bahsediyorum. Dolayısıyla galerici, mekanda çok fazla oynadığı için, bunun en belirleyici hali olduğundan hacme ihtiyacı var. Benim bildiğim ve duyduğum kadarıyla veya bize gelenler itibariyle, rahat olmak istiyorlar. Aslında talep edilen hem yüksekliği hem taban alanı hem de mekanların istenilen şekilde esneyebilmesi, bir araya gelmesi ve parçalanabilmesiyle oluşan esnek bir sistem. Bunun eskisinden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Tek katlı ya da üç katlı yapı olması fark etmez.
Çok çeşitlilik olduğu için mi esneklik isteniyor?
Artık sanatın tüketimi külliyen bir tüketim değil; yani siz bir yerden içeri girip öbür kapısından çıktığınız zaman, bütün her şeye hakim olma ihtimaliniz çok düşük. Kendi içerisinde sanat eseri itibarıyla da böyle çok fazla şey olduğunu düşünüyorum. Onun içerisinde belli noktalardan ne alıyorsan alıyorsun ve geri kalanlarını terk ediyorsun. Bu bizim psikolojik dikkatimizle ilgili. Muhtemelen oraya doğru gitti. Zaten şu anda büyük paket olarak sanat tüketimi de bu kare içerisinde, müzikte de aynı şey var. Yani çok kolay ulaşılabilir ve taşınabilir hale gelmesinden bahsediyorum. Edebiyatta da artık bu var; D&R’a girip, en çok satanlara baktığım zaman tamamıyla pasajlardan oluşmuş, derleme kitaplarını, dergiden hallice olanları görüyorum. Dolayısıyla insanlar artık fragmanlarla yaşıyorlar diyebiliriz.
Sanat mekanının bulunduğu yeri dönüştürdükleri, sanat merkezlerinin kentin belli bölgelerini dönüştürmek için öncü kuvvet görevi üstlendikleri söylenebilir mi sizce?
Söylenebilir tabii ve bu daha çok Gehry’nin Bilbao’daki Guggenheim Müzesi ile konuşulur oldu; hatta bu durum ‘Bilbao etkisi’ olarak da tanımlanageldi. Ben Bilbao’daki gibi, bulunduğu yeri turizm ve buna bağlı ekonomisi ile dönüştürmesinin yanı sıra özellikle bizim gibi topraklarda bulunduğu yerin toplumsal yapısını etkilemesini daha çok önemsiyorum. Kent içerisinde de sanat merkezleri ve sanatçıların adres göstererek yerleşimi, buraların odaklaşmasının ilk elden kulağa iyi gelse de şehir için bazı sakıncaları oluşabiliyor.
Memleket özelinde bahsedeceksek ben de soruya şöyle bir soru-cevap vermek isterim: Sanat bir öncü kuvvet midir ki üstlendiği görev kenti dönüştürmeye haiz olsun?