İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin yeni binasının inşaatı sürüyor. Karaköy’deki antrepolar bölgesinde yer alan 5 nolu Antrepo’nun yerine yapılan ve bir süre çalışmaları duran müzenin mimari tasarımını gerçekleştiren Emre Arolat, müzenin bir yıl içinde tamamlanmasının hedeflendiğini söylüyor.
Bir süredir, İstanbul’un en asude yerlerinden birinde, deniz kenarında, çok uzun yıllardır merakla beklenen bir inşaat devam ediyor: İstanbul Resim Heykel Müzesi.
Karaköy antrepolar bölgesinde bulunan 5 numaralı antreponun Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne tahsis edilerek İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne dönüştürülmesiyle, bir yandan kentin önemli ve merkezi bir bölgesinde yer almasına karşın neredeyse hiçbir sosyal geçirgenliği olmayan bir alanın kamu yararına kullanıma açılması bağlamında önemli bir adım atıldı. Öte yandan aralarında geç Osmanlı’dan günümüze, modern Türk resminin önemli eserlerinin de olduğu yaklaşık 8 bin esere ev sahipliği yapacak özgün ve nitelikli bir yapının elde edilmesi hedefleniyor.
Yapının dönüşümünde, ‘50’li yılların sonundan beri bu bölgede bulunan antrepo ve ofis kitlelerinin en belirgin yapısal özelliği olarak kentsel bellekte önemli bir yer tutan betonarme ızgaranın tekrar ve düzene dayalı yüzey geometrisinin sürdürülmesi, tasarımın ana unsuru olarak ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, betonarme taşıyıcı sistemin büyük ölçüde korunması, buna karşın duvarlar ve döşemelerin kaldırılmasıyla, içine yeni müzenin konteyner-galerilerinin yerleşebileceği üç boyutlu bir yapısal ızgaranın elde edilmesi planlanmış.
Eserlerin küratöryel bir yaklaşım doğrultusunda kategorize edileceği, mekanların özelliklerine göre de değerlendirilerek gruplar halinde galerilere ve aralarında kalan geniş açıklıklı, daha yüksek mekanlara yerleştirilmesi öngörülüyor. Bazen birbirlerine geçiş olanağı veren kimi zaman da tekil bölümler olarak düzenlenen galeriler, yeni yollar ve köprülerle ilişkilendirilmiş. Bu rotanın farklı senaryolara göre değişken izlekler oluşturabilmesi sağlanmış.
Yapıyı saran ve dış etkilerden koruyan şeffaf yüzey, bildik doğrama-cam ilişkileri üzerinden geliştirilen konvansiyonel bir çözüm yerine, bu yapının endüstriyel geçmişine de atıf yapan özgün bir sistemle ele alınıyor. Bu yaklaşım sayesinde, bir yandan eserlerin önemli bir bölümü için izleyici ile eser arasında olabildiğince katıksız bir ilişki kurulabilmesine olanak tanıyan tarafsız alanlar (konteyner-galeriler) oluşturulabilirken, diğer yandan da ziyaretçilerin bir bölümden çıkıp diğerine doğru ilerlemeleri esnasında kentle ilişki kurabilecekleri bir ortamın devreye girebilmesi sağlanıyor.
Meclis-i Mebusan Caddesi yönünde antrepo yapısına bitişik olarak inşa edilmiş olan ve ciddi taşıyıcı zafiyetleri olan dar-uzun planlı ofis yapısının da özellikle özgün cepheleri bağlamında öne çıkan benzer bir bellek duygusuyla yeniden inşa edilmesi planlanmış. Bu bölümde oluşturulan üç boyutlu boşluğun, giriş ve dağılım mekanıyla birlikte, atölyeler ve kamusal kullanıma açık işlevlerle zenginleşmesi sağlanıyor. Zemin katın olabildiğince geçirgen bir kullanım stratejisiyle ele alınması ile bu yapının çevredeki diğer yapılarla ve açık alanlarla güçlü bir ilişki kurması, böylelikle kentin kültürel peyzajı adına yeni bir merkez oluşması amaçlanıyor. Müzenin inşaat süreci, tasarım detayları gibi konuları, yapının mimari müellifi olan Emre Arolat ile konuştuk…
Istanbul Resim Heykel Müzesi hem konumu hem tarihi hem de sahip olduğu arşiv sebebiyle çok önemli bir yere sahip. Öncelikle müzenin mimarisini konuşarak başlamak istiyorum. En başta bir izleğiniz var mıydı? Ne yapmayı planlıyorsunuz orada, nasıl bir müze çıkacak ortaya?
Karaköy antrepolar bölgesinde bulunan 5 numaralı Antrepo’nun Mimar Sinan Üniversitesi’ne tahsis edilerek İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne dönüştürülmesi projesi, bir yandan ‘50’li yıllardan bu yana kentin kalbi sayılabilecek bir noktada içine girilemeyen bir yer olarak var olan bu alanın kamu yararına kullanıma açılması; diğer yandan da söz konusu binanın önemli bir kültürel yapı olarak değerlendirilmesi açısından kentin mevcut kaynaklarının kullanımı adına büyük bir adım olarak değerlendirilmelidir. Müze, aralarında geç Osmanlı’dan günümüze, modern Türkiye sanatının önemli eserlerinin de olduğu binlerce esere ev sahipliği yapacak ve yeni bir kültürel peyzaj oluşturacak.
Bu bölgede bulunan ve geçtiğimiz aylarda yıkılarak ortadan kaldırılan yapıların en önemli karakteristik özelliği olarak ortaya çıkan betonarme ızgaranın tekrar ve düzene dayalı imgesinin, kentsel bellek içinde çok güçlü bir yer tuttuğuna ve kentin bu bölgesi için bir tür işaret değeri taşıdığına inananlardanım. Her ne kadar bu yapıların ortadan kaldırılması ile inşa edilecek olan yeni yapılar bu tür bir izleğin peşinden gitmiyor olsa da bu inancımın kaybolmadığını vurgulamak isterim. Mimar Sedad Hakkı Eldem için de bu üç boyutlu ızgaranın anlamı, Türkiye mimarlığının bir dönemi için bir tür kurucu unsur olarak kabul ettiği ‘çatkı’ya yaptığı referansla pekişiyor olsa gerek.
Bu bağlamda, Antrepo yapısını müzeye dönüştürürken, sözünü ettiğim bu ızgaranın önemli ölçüde korunarak izinin sürülmesini ve yeni işlevleri içine alabilecek şekilde değerlendirilmesini çok önemsedik. Betonarme taşıyıcı sistemin büyük ölçüde korunması, buna karşın duvarlar ve döşemelerin kaldırılmasıyla, içine yeni müzenin konteyner-galerilerinin yerleşebileceği üç boyutlu bir yapısal ızgara elde ettik. Eserler, onları iyi tanıyan kalabalık ve yetkin bir grubun oluşturduğu küratöryel bir yaklaşım doğrultusunda kategorize edildi ve mekanların özelliklerine göre de değerlendirilerek gruplar halinde galerilere ve aralarında kalan geniş açıklıklı, daha yüksek mekanlara yerleştirildi. Bazen birbirlerine geçiş olanağı veren bazen de tekil bölümler olarak düzenlenen galeriler, yeni yollar ve köprülerle ilişkilendirildi.
Bu rotanın farklı senaryolara göre değişken izlekler oluşturabilmesi sağlandı. Yapıyı saran ve dış etkilerden koruyan şeffaf yüzey, bilindik doğrama-cam ilişkileri üzerinden geliştirilen konvansiyonel bir çözüm yerine, bu yapının endüstriyel geçmişine de atıf yapan özgün bir sistemle ele alındı. Bu yaklaşım sayesinde, bir yandan eserlerin önemli bir bölümü için izleyici ile eser arasında olabildiğince katıksız bir ilişki kurulabilmesine olanak tanıyan tarafsız alanlar (konteynergaleriler) oluşturulabilirken, diğer yandan da ziyaretçilerin bir bölümden çıkıp diğerine doğru ilerlemeleri esnasında kentle ilişki kurabilecekleri bir ortamın devreye girmesi sağlandı.
Meclis-i Mebusan Caddesi yönünde Antrepo yapısına bitişik olarak duran ve ciddi taşıyıcı zafiyetleri olan dar-uzun planlı ofis yapısı da özellikle özgün cepheleri bağlamında öne çıkan benzer bir bellek duygusuyla yeniden inşa edilecek. Bu bölümde oluşturulacak üç boyutlu boşluk, giriş ve dağılım mekanıyla birlikte, atölyeler ve kamusal kullanıma açık işlevlerle zenginleşecek. Zemin katın olabildiğince geçirgen bir kullanım stratejisiyle ele alınması, bu yapının çevredeki diğer yapılar ve açık alanlarla kuracağı ilişkiyi güçlendirecek.
Sizin işe başlama süreciniz nasıl oldu? Nasıl dahil oldunuz bu projeye?
Bu projeye rektörlüğün daveti ile dahil olduk. Doğrusu hayli heyecan verici ama aynı zamanda da pek çok açıdan çok zorlu bir süreçti.
Müze inşaatı bir süre durmuştu; bunun sebebi neydi, şimdi nasıl gidiyor? Kaba inşaat bitmiş görünüyor. Ne zaman bitmesi ve açılması ön görülüyor?
Sürecin en başında, inşaat işlerinin iki ayrı fazda gerçekleştirilmesi, önce kaba işlerin daha sonra da ince imalata yönelik kalemlerin tamamlanması öngörülüyordu. Nedenini bilmiyorum, ancak kaba inşaatın yapımını taahhüt eden grup, bu işi bir türlü tam anlamıyla içselleştiremedi. Bunun sonucunda da imalatın hızı ve kalitesi bir türlü istenen seviyeye ulaşamadı. İdari ayrıntılar hakkında daha fazla bilgi sahibi değilim ama bu aşamanın birtakım eksiklerle yarım kaldığını söyleyebilirim. Daha sonra kalan işler ve ince imalat kalemleri için yeni bir ihale yapıldı ve inşaat başka bir taahhüt firmasının sorumluluğunda yeniden başlatıldı. Birkaç aylık bir süreden edindiğim izlenime göre, bu aşamada hayli nitelikli bir kadro ile titizlikle sürdürülüyor ve bir yıl içinde tamamlanması hedefleniyor.
Istanbul Resim Heykel Müzesi’nin koleksiyonları yüzyıllık tarihimizin en önemli arşivlerinden biri. Şimdi bu gizli hazine kamuya açılacak. Bu önemli eserlerin sergilenmesi konusunda belirli bir yol izleniyor mu? Kurumsal kimliği var mı bu müzenin? Yapıyı tasarlayan olarak size bilgileri aktaran bir küratör var mıydı? Koleksiyondaki eserleri görme imkanınız oldu mu?
Üniversitenin rektörlük önderliğinde tanımladığı bir grup uzman, bize her konuda destek verdi. Kuşkusuz bu proje özelinde farklı disiplin ve coğrafyalardan pek çok diğer danışmanla da çalıştık. Ancak doğrusu sözünü ettiğim küratöryel grubun eserler hakkındaki derin bilgilerinden çok olumlu bir şekilde yararlandık.
Öte yandan eserlerin yeni tekniklerle belgelenmesi, kategorize edilmesi ve son derece gelişkin donatılarla düzenlenmiş olan özel bir depoda muhafaza edilmesi de bu süreç içinde sağlandı. Eserleri tabii ki gördüm, derinlemesine de inceledim. Benim kişisel yönelim ve beğenilerimle değil ama uzmanların yönlendirmesiyle diğerlerine oranla biraz daha özellikli ve korunaklı şekilde sergilenecek eserler olacak.
Resim Heykel Müzesi’nin önemi, nasıl bir konumda olacağı, bittiğinde sanat hayatımızda nasıl bir yerde duracağı da önemli bir konu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Türkiye’de müze inşası ve gelinen noktaya dair neler söyleyebilirsiniz?
Müze, aralarında geç Osmanlı’dan günümüze, modern Türkiye sanatının önemli eserlerinin de olduğu binlerce esere ev sahipliği yapacak ve yeni bir kültürel peyzaj oluşturacak.
Müzelerin toplumsallık kapasiteleri, geçirgenliği, farklı sosyal katmanlar tarafından kullanılma potansiyelleri, devletin bu alandaki manipülatif rolü ve hegemonik tavrı ile bu bağlamda müze mimarlığı; uzun zamandır sıklıkla sorunlaştırılan ancak özellikle son dönemde daha da ateşli bir biçimde tartışılan konular.
Kuşkusuz, İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin tamamlandığında kentin kültürel peyzajı içinde nasıl bir yere oturacağı ve yukarıda değindiğim ölçütler bağlamında hangi pozisyonu temsil edeceği konularında uzun uzadıya konuşmak mümkün. Ancak doğrusu içinde bulunduğumuz ortamın ve iklimin, bu sorunsalları bir anlamda gevşeterek kayganlaştırdığını düşünüyorum. Zamanın ruhu, hayli beklenmedik gelişmelerin normalleştiği, öngörülebilir dizilimlerin bile kolaylıkla buharlaşabildiği bir izlek oluşturuyor. Üstelik bu sadece bizim yaşadığımız coğrafyaya özgü bir durum değil.
Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri, inşaatına başlandığı, hatta yapımına karar verildiği ‘70’li yılların başından beri gündemden düşmeyen ve kişisel olarak benim de çok önemsediğim Centre Pompidou yapısıdır. Paris gibi çok önemli tarihsel katmanlara sahip bir kentte, üstelik bu kentin Beaubourg gibi son derece karakteristik bir örüntüye sahip olan bölgesinin orta yerinde, dahası içinde bulunduğu fiziksel bağlamla neredeyse kavga edercesine ters düşen bir mimari yönelimle ele alınmış olan bu yapı, gerek kendine has fiziksel özellikleri, gerek müzeolojik bağlamda ele alınışı ve içeriği gerekse toplumsal bağlamda üstlendiği pozisyon itibarıyla yıllardır hiç durmadan tartışılır.
Bir kesim entelijansiya tarafından yerin dibine sokulan yapı, sözgelimi dönemin önemli düşünürü Jean Baudrillard tarafından “Beaubourg etkisi” olarak nitelendirilerek, biraz da alaya alarak dillendirilmiş ve nükleer çağın sembolik bir mabedi olarak tanımlanmıştır. Doğrusu, inşa edildiğinde mimarlık dünyasının önemli bir bölümü tarafından da en acımasız biçimde eleştirilmiştir. Buna karşın beklentilerin beş katına çıkan bir gerçeklikle, günde 26 bin kişi tarafından ziyaret edilen bu yapının üzerinde kopartılan fırtınaları izlemenin dahi ziyadesiyle öğretici olduğunu düşünüyorum.