PROFESÖR İHSAN BİLGİN İLE SÖYLEŞİ

“Mimarlık, yaklaşık yüz yıldır dünya ekonomik/siyasal/sosyal krizlere girip güvensizleştikçe kendi sosyal konumunu ve rolünü sorgulayıp yeniden tanımlıyor. 20. yüzyıl başının avangart ütopyacı iklimi marksizmin Sovyet devrimiyle hayatiyet kazanmasından da beslenince mimarlık, egemen ekonomik, siyasal ve ideolojik odaklardan özerkleşip kendine mağdur emekçi sınıflarla ilişki içinde yeni bir tarihsel sosyal rol edinebileceğini sanmıştı. Ancak bunun gerçekçi bir beklenti olmadığını hatırlatan önce Sovyet devletinin revizyonizmi oldu; Lenin ertesinde sınıfsız toplum hayallerinden hızla vazgeçilip polisli/ordulu/bürokrasili bir devlet sosyalizmine alelacele razı olunmuştu. Bu biçimiyle resmi devlet sosyalizminin arayış içindeki mimarlara vaat edecek şeyi de kalmamıştı. Yeni soluk, yüzyılın ortalarındaki Çin devriminden geldi. Çin, devrimin ertesinde, meşruiyetini kapitalizmle tutuştuğu ekonomik verimlilik yarışındaki performansa bağlamış bu resmiyetle bağını koparıp 3. Dünya adını verdiği, kürenin geç kapitalistleşme/modernleşme süreci içindeki coğrafyalarının liderliğine talip yeni bir siyasal misyon edindi. Çin’in liderliğindeki bu yeni blok, gecikmiş kapitalistleşmeden ibaret değildi; Küba, Kore, Vietnam, Güney ve Orta Amerika gibi kapitalizme meydan okuyan sosyal ve siyasal mücadeleleri de içererek kapitalizm karşıtlığını da barındırıyordu. 1. Dünya kapitalizminin arayış içindeki muhaliflerini de uyaran bu yeni enerji, Çin menşeli “Kültür Devrimi”nin o kültüre taşıyıcısı aydınlarla birlikte özerklik değil, baskı getireceğinin anlaşılmasıyla birlikte 1.Dünya’daki aydın müttefiklerini hızla yitirdi. İşte bu müttefiklerin bir kısmı da kapitalist (1.Dünya) ve devlet sosyalisti (2. Dünya) ülkelerin inşaat sektörü reformlarının aynı kapıya çıktığını fark etmiş, yenilenme arayışındaki mimarlar ve sosyal reformistlerdi…”

Yoksula Şiir, İhsan Bilgin,XXI, Nisan 2016

Prof. İhsan Bilgin’in, 2016 Pritzker Mimarlık ödülünün sahibi, 15. Venedik Mimarlık Bienali’nin Küratörü Alejandro Aravena’nın sosyal yönüne atıfta bulunarak kaleme aldığı Nisan 2016’da XXI dergisinde yayınlanan “Yoksula Şiir” yazısı bağlamında kendisi ile küratörlük ve temalar üzerine bir söyleşi yaptık…

Heval Zeliha Yüksel: Hocam bu senenin küratörü ve teması üstünden konuşmakla başlarsak çok iyi olur. Neler söylemek istersiniz?

İhsan Bilgin: Ben çok önemsedim ve benimsedim bu temayı. Çünkü adını açıkça koymak gerekirse, bir tür anti-kapitalist çağrı bu Aravena’nın daveti. Açık seçik siyasal pozisyonlar ilgiyi her zaman mıknatıs gibi üstüne çeker, özellikle de bu türden ne dediğinin farkında  keskin siyasal pozisyonlar. Onun için bunun, dünyadaki derinleşen sosyal sorunlara ve mimarlığın onlarla ilişkisine dikkat çekeceğini ve bunun da heyecanlandırıcı bir şey olacağını düşünüyorum. Üstelik Aravena’nın metinlerini okuduğum kadarıyla, Marksist bir pozisyon alışı var, üstelik çoktan çökmüş bürokratik devlet sosyalizmlerini özleyen bir Marksist tavır da değil, onları eleştiren, eleştirel yeni-Marksist literatürden ve 1960’ların 1970’lerin anti-bürokratik Marksizminden haberdar, o fikirleri ustaca kullanmayı bilen, praksis esaslı bir tema tanımlamış. Bunlar bana çok heyecan verici geliyor, benim pozisyonumla paralellikleri olmasıyla da ilgisi var tabii bunun. Açıkçası çok uzun süredir yarışmalı Venedik Bienallerinden beri Aldo Rossi’nin küratörü olduğu Venedik Bienalleri’nden beri ilk defa heyecan verici bulduğum ve sonucunu ilgiyle beklediğim bir bienal sunuşu oldu bu benim için.

Siz “cepheden bildirmek” tanımını nasıl algıladınız?

O kadar da yoruma bırakılmış muğlak bir başlık değil bu kendisi zaten açık seçik tanımlamış. Praksis temelli bir ele alış bu. Yani fikir değil eylem temelli, yani bir fikir çağrısı değil bu, hele ki proje temelli hiç değil. O nedenle adayları projeleriyle davet eden izim çağrı merciinin konuyu tamamen yanlış anladığını düşünüyorum. Eylemleri, yaşanmışlıklara, deneyim birikimlerine davet çıkartmış bir çağrı Aravena’nınki Türkiye bunu bir sanat bienaline sanatsal iş yollamak gibi algılayıp etkinliğin özgül tarafını ıskalamış.

Ulusal Pavyonlar için ne diyorsunuz?

Çok önemli, çünkü globalleşmenin derecesi ne olursa olsun toplum dediğimizde hala ulus devlet sınırları içindeki insan topluluklarının toplamını anlıyoruz. ve dünya o toplumlar-arası global ilişkilerden meydana geliyor. O yüzden, başlığından başlayarak bana hem yakın hem heyecan verici geliyor. Türkiye’nin tabiî ki bunu Ulusal Pavyonlardan başka yapma yolları da olabilirdi, mesela örgütler aracılığıyla temsil edilebilirdi dünya. Daha kolayı olan, toplumları temsil eden uluslar üzerinden gitmişler. Bu hem kolay hem pratik, dünyanın da alışık olduğu bir yöntem ve alternatif değil belki, ama hala geçerli bir yol.

Geçmişteki bienallerde bu anlamda bir tema olmuş muydu?

Hayır bu netlikte olmadı, o bakımdan bu tema çok vaatkar duruyor.

Peki ülkemizde daha evvelden bu tema bağlamında sergiler olmuş muydu?

Evet, Türkiye’de bu heyecan verici bulduğumu söylediğim içerikle ve o içeriğin dile geldiği söylemin dokusuyla rezonansa giren sergiler oldu.  Mesela çok yakınlarda bu Aravena’nın tutumu ve söylemiyle, temasıyla örtüşen “Geleceği düşünmek” temalı 3.Antalya Mimarlık Bienali yapıldı yapıldı. Bence çok çarpıcı bir sonuç aldılar, bunun üzerine bir yazı da yazdım “Savaşma Yarat” başlığı ile düzenli yazdığım serbestiyet.com sitesinde yayınlandı (http://www.serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/savasma-yarat-654088). Tansel Korkmaz’ın küratörü olduğu, Aslıhan Demirtaş ve Ali Cindoruk’un küratoryal tutumla uyum içinde tasarımını yaptığı bence çok başarılı, bu tür bir pozisyon alışıyla da Aravena’nınkiyle doğrudan üst üste çakışan bir etkinlikti. İnsanların dünyanın başka köşelerinde birbirinden habersiz benzer şeyleri düşünüp benzer tutumlar almalarını da heyecan verici buluyorum. O derece ki yani bu Antalya’dakini olduğu gibi paketleyip oraya götürüp kurabileceğiniz kadar. İKSV’nin Türkiye’nin bu konulardaki en tecrübeli kurumu olduğuna kuşku yok. Ama bence bu işe önemli bir yöntem hatasıyla başlandı. Açık söyleyeyim, etkinliğin sorumluluğunu üstlenmeyen bir tutumla bir tür ihale yöntemi veya davetli yarışma diye adlandırılabilecek bir usulü tercih etmekle küratör tercihine gelecek eleştirilere karşı baştan savunmaya geçmek benimsendi. Oysa temaya göre konuyu en iyi ele alabilecek kişi ya da kişiler seçilip teklif götürülebilir. Olup-bitmiş iş; öneri diye değil ama sırf o nitelikte isimlerin bir çırpıda bile akla gelebileceğini örneklemek için: mesela Korhan Gümüş hayatı bu mücadelelerin içinde geçmiş, hayatını buna adamış bir insan Hayatını hakikaten teorisi ve pratiğiyle sivil kentsel haklar mücadelesine adanmış bir hayatı var. Yani kentteki yayılan en belirsiz direnç kokusuna bile duyarlı birisi. Aravena’nın istediği bilançoyu durduğu yerden bir çırpıda çıkarıverecek bir profesyonel. Başkaları da var. Düzce depremi ertesi kayda değer başarılı çalışmalar yapmış “Bir Umut Derneği” yöneticilerinden, MSÜ öğretim üyesi Erbatur Çavuşoğlu. Veya turist rehberliği uzmanlığını İstanbul’un çeperindeki mahallerinde yoğunlaştırıp İstanbul’un kıyı, köşe sosyal ve fiziksel dokusunu bir akademik birikime dönüştürmüş tarihçi Orhan Esen. Madem mimar olma zorunluluğu yok mesela Ömer Madra’nın da iyi bir aday olabileceğini düşünüyorum, tabii bir mimari danışmanlık desteğiyle. Bu saatten sonra küratör önermek gibi münasebetsizliklerin yeri yok ama, ihale ve/ya davetli konkur gibi bu etkinliğin örgütsel ve muhtevasına ilişkin yapısıyla uyumsuz kendini savunma refleksli kaçak yöntemler yerine formasyonu ve tecrübesi konuyla uyumlu bir veya birkaç kişiye doğrudan teklif götürülebilirdi. Hemen ilave etmeliyim ki, seçilen küratörler, Mehmet Kütükçüoğlu, Ertuğ Uçar ve Feride Çiçekoğlu ile ilgili olumsuz bir görüşüm yok, kendilerini her düzeyde kanıtlamış, tecrübeli ve yaratıcı kişiler, mimarlığa hakimiyetleri de kuşku götürmez, sadece birikimleri öncelikle Aravena’nın çağrısına uygun şekilde kentsel siyasal mücadelelerde yoğunlaşmış değil. Zaten dünyada gayrımenkul kapitalizminin iyice azgınlaşıp her şeyi silip süpürdüğü zamanlardayız, Türkiye’de son 50 yılın en zayıf siyasal direncinin olduğu zamanları yaşıyor. Mimarlığın global ölçekteki bu en önemli etkinliğinde hazır böyle güzel bir sürpriz olmuş ve başına ana akıntıları değil,ona karşı dirençleri görünür kılmayı hedeflemiş fikirlerle ve çerçeveyle birisi geçmişken Türkiye de bu esintiden faydalanıp direnç pratiklerini öne çıkarıp sağlamlaştıracak bir doğrultuyu benimseyebilirdi. Ancak bu dediğim gibi küratörlerin seçiminden başlayıp izlenmesi gereken kararlı bir tutumla mümkün olurdu. Yoksa küratörlerin uzunca bir süre başka doğrultularda yol kat ettikten sonra aniden karar değiştirerek yaptıklarını çöpe atmasıyla olacak şey değil. Benim değerlendirmem bir bakıma iş bittikten sonraki erken bir eleştiri gibi düşünülmeli. O nedenle küratörlere yol gösterici pratik bir eleştiri değil, yönteme ve iş sürecinin akışına ilişkin bir eleştiri diye görülmeli. Türkiye kendi direnç pratiklerini global deneyimler içinde sergileyip o kalaydaskopun içinde yeniden değerlendirmekten mahrum kalmayı tercih etmiştir. Bu tercihin en pasif aktörü küratörler, en aktif aktörü de yönetimdir. Oysa geçen sefer doğru bir yol izlenerek doğrudan Murat Tabanlıoğlu, bir de Antwerp belediyesinden küratörlük teklif edilmişti. Tabanlıoğlu’nun sergisi o denli başarılı olmuştu ki, profesyonel iddiası olmamasına rağmen bir de Antwerp belediyesinden Europalia kapsamındaki bir liman kentleri sergisinin küratörlüğünü üstlenme teklifi almıştı, o sergiyi gezdim, sanat bienalleri dahil gördüğüm en derli toplu sonuçtu. Tabii ki, bu sefer de Murat üstlenseydi demiyorum. Zaten onun tecrübe ve birikimi de bu tema doğrultusunda değil. Her durumda önce temayı ciddiye almak gerekiyor.

Bir önceki Türkiye Pavyonu hakkındaki görüşleriniz nasıldı?

Onu görmem maalesef mümkün olamadıysa da hep olumlu şeyler işittim, nitekim onun referansıyla üstlenilmiş Antwerp’deki “Liman kentleri konuşuyor Antwerp-İstanbul” sergisi de  her bakımdan birbirinden bambaşka iki kenti temasa geçirip sonuç almak gibi zor bir iş söz konusu olmasına rağmen iyi yönetilip okunaklı sonuçlar alınmış ziyadesiyle pozitif bir enerjisi vardı serginin. Hatta insan “madem bu iş bu kadar iyi yapılabiliyordu bugüne kadar bunca çağdaş sergi neden ilgilerimizi heba edip kafalarımızı karmakarışık etti” sorusunu sormadan edemiyordu.

Hocam sizce bir serginin veya ürünün savunması olur mu?

Yaratıcı bir işin savunması olmayacağı kanısındayım. Müellifleri işi yaparak ortaya koyarlar, İzleyenler deneyimledikten sonra kanaat ve izlenimlerini edinirler Yaratıcısının işi üzerine eleştirel mahiyette olmayan her cümlesi zaten bir zafiyetin işaretidir. İş kendi duruşuyla eleştirileri yanıtlayabilecek kapasitede ise bunlara gerek kalmaz zaten. Hele iş ortaya çıkmadan söylenecek her şey beyhudedir. Zaten o nedenle yöntem üzerine düşünüp konuşmayı tercih ediyorum ben de.

Geçmiş temaları değerlendirdiğimizde, bundan öncekilerde hiç aklınızda kalan, kıyas yapabileceğiniz bir fikir oldu mu?

Yarışma olan bienaller vardı hatta biz de bir yarışmaya girmiştik bir kere, “Venedik’e Bir Kapı Yarışması” eski ortaklarım Mehmet – Fatoş Karaören ve Süha Kızıldere ile katılmıştık, o bienaller bana daha heyecan verici geliyordu. Mesela Venturi’nin kazandığı yarışma, Venedik’e köprü temalı olan. O sene ilginçti, Ali Esad Göksel’in katıldığı bence en ilginç projelerden birisiydi. Projeye göre; Guggenheim Müzesi, büyük kanalın kenarına yapılacaktı. Ahmet Hamdi Tanpınar üzerinden fikir üreterek yaptığı çok ilginç bir proje vardı. Bunlar beni o zamanlar heyecanlandırıyordu. Sonra Koolhaas’ın temasını da beğenmiştim ama tabi Koolhaas’ın zekasından beklenecek cazip kıvrak şeyler üretmiş, bunlar hoşuma gitti ama yine gezemedim rahatsızlığım nedeniyle ama epey dinledim, resimlerini gördüm, basılım malzemelerini gördüm, yani ilginç çıkışları zeki hamleleri olmuş o temayı daha cazip kılacak.

Mimarlık, yaklaşık yüz yıldır dünya ekonomik/siyasal/sosyal krizlere girip güvensizleştikçe kendi sosyal konumunu ve rolünü sorgulayıp yeniden tanımlıyor diyorsunuz. Sizce günümüzün “rol” tanımlaması ne olurdu?

Kuşkusuz ki devletlere ve devletlerarası ilişkilere endeksli ilişkilerin zıddı anlamındaki bir sivil toplum perspektifi.

Peki Aravena’nın antikapitalist yaklaşımı günümüzün kurtarıcısı olabilir mi?

20.yüzyılın bize öğrettiği asgari bir şey varsa o da “kurtarıcı” diye bir şeyin artık asla mümkün olamayacağı. Koskoca sosyal devrimler kurtarıcı olamamış, kendi yağlarında kavrulup gitmişken bir mimarlık küratörünün çağrı metninin hükmü ne olabilir ki? 96’da İstanbul’da toplanan Habitat2 de sivil toplum merkezliydi, üstelik de ardında Venedik belediyesi değil, bütün devletleri bağlayan Birleşmiş Milletler vardı. Beş-altı yüzyıllık kapitalizmin seyri değil parlak fikirlerle, küresel uzlaşmalarla bile kolay değişmiyor, her tarihsel olgu gibi onsuz değil ve elbet bu tarihsel olarak birikmiş direnç pratikleri kadar fikirlerden edinilmiş deneyimlerin de bu sonlanmada payları olacak ve o nedenle de kapitalizm karşıtı direnç hep önemli olmaya devam edecek. Bienal o nedenle muhtemelen kaçırılmış bir fırsat olacak.

Aravena’nın duruşu siyasal. Sizce mimarlık illa da siyasal konulara değinmeli midir? 

Siyaset, insanlar, topluluklar ve toplumlar arası ilişkileri düzenlemenin pratiği olduğuna göre siyasi ilişkileri hesaba katmadan kurulmuş her söylem boşboğazlıktan öte anlam taşımayacaktır. Tabii bu; her hesaba katmanın maksimalist içerikli bir militanlığa tekabül edeceği anlamına da gelmez

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Bir cevap yazın