Salt ve Kalebodur işbirliği ile Mimarlık ve Tasarım Arşivi projesi kapsamında arşivi oluşturulmaya başlanan son isim Cengiz Bektaş oldu. 1960’lardan bu yana mimarlık ve edebiyat alanlarında üretim yapan, mimarlığa çok boyutlu katkılarıyla mesleğin gelişimine aracılık eden Cengiz Bektaş’ın arşivi Salt Araştırma kanalı ile halka açıldı. Bir bölümü Ocak ayında SALT Araştırma’da erişime açılan arşiv, Bektaş’ın izniyle kapsamlı mimari çizim dosyalarını da içerecek şekilde sınıflandırılacak. Kendisi ile arşiv bağlamında eserleri üzerine konuşmam istendiğinde ustanın hayatının zaten pek çok kaynakta bulunabileceğini gördüm. Onun yerine gençliği ve günümüze dair konularda sohbet ettik…
- Nasıl bu kadar çeşitli konuyla ilgilenip her şeye zaman ayırabiliyorsunuz? Mimarlık, kitap, şiir, çeviriler, çocuk kitapları, konuşmalar, bildiriler… Nasıl zaman buluyorsunuz bu kadar kitap yazmaya?
Evim ile işim arasında, özellikle İstanbul’da uzaklık olmadı. Ulaşımdan ötürü hiç süre yitirmedim. Son yıllar dışında günde ortalama 4-5 saat uyudum. En önemlisi hiç bir işi, iş diye yapmadım. Severek yaptım. Şu gördüğünüz raftaki betikler son üç yılın ürünleri. Dedim ya iş olarak yapmıyorum yaptıklarımı, mimarlığı da öyle yapmadım. İşimi de, bir insanın geçimini sağlayacak, ayaklarının üzerinde durabilecek, başkasına gereksinim duymayacak şekilde yaptım. Bu da benim deneyimimde aşağı yukarı yaşamımım %40’ı idi. Geri kalan %60’ı insanlaşmaya verdim. Yaklaşık 10 bini aşan betiğim var. Çoğu adıma “imzalı” betikler. Şimdi 2-3 binini kendime ayırıp, kalanını Denizli’li çocuklar için çalışan bir vakfın betikliğine bağışlıyorum. Dergilerimi de Mimarlar Odası’na…
- Salt ve Kalebodur işbirliği ile Mimarlık ve Tasarım Arşivi oluşturuyor. Arşiv bir bakıma tarihi belgelemek demek aynı zamanda, arşiv oluşturulması sizce neden önemlidir?
Osmanlıda Saray, us almaz titizlikte “kayıt” tutmuş. Örneğin Topkapı sarayında bir “tabela” görmüş, çok şaşırmıştım : “filan tarihte bit temizliği yapılmıştır” diye yazıyordu… Bugün Başbakanlık arşivinden çok yararlanıyoruz. Ama ne yazık ki yalnız saray için bu böyle diye biliyorum. Osmanlı döneminde, giderek 1927’ye dek İstanbul’da bile okuma yazma bilenler % 7 idi. Bu gün bunu bilenler çok az. Bilip de sorumlu davranmak gerek. Günümüzde görüyoruz; sorumlu davranmazsanız on yıl içinde her şeyin yok olabildiğini, Abdülhamit dönemine dönülebileceğini görüyorsunuz. Arşiv çok önemli bu nedenle… Hele mimarlık konusunda bilgilerimiz çok az… Mesela Sinan’ın yaşamı ile ilgili ne biliyoruz?
- Hangi yıllar arası kayıtlarda kopukluk var size göre?
Anadolu ile kopukluk meselesi baştan beri var. Osmanlı Anadolu ile hiç ilgilenmemiş… Osmanlı bir Balkan devletidir aslında. Üsküp ile uğraştığınca Denizli ile uğraşmamıştır mesela. Denizli’de bir tane düzgün Osmanlı yapıtı yoktur. 400 yıl önce dedenizin yaptığı bir yapıtı kopya ederseniz olur mu? İnsan bilmeyince kopya eder.
- Hocam siz Başbakanlık arşivinden çok faydalandığınızı söylediniz, Osmanlı’nın çok sıkı saray arşivi tuttuğunu söylediniz, peki günümüzde arşiv nasıl tutuluyor?
Osmanlı olan saray ve çevresidir. Siz Osmanlı döneminde Anadolu’da bir kasabadaki hayatı biliyor musunuz?
- Hayır, genelde görünen tarih payitaht bilgileri üzerine kurulu…
Bakın Diyarbakır o dönemde nasıldı biliyor muyuz örneğin?
- Peki arşiv konusuna geri döneceğiz…Gençliğinizde bir geziniz vardı Diyarbakır’a yeri gelmişken biraz o dönemlerinizden de bahseder misiniz?
19 yaşımda, bir Alman profesör ile Doğu Anadolu’da 1 ay dolaştık. Ben Diyarbakır’a gittiğimde Londra, Venedik, Berlin vb pek çok yeri görmüştüm Ama Diyarbakır’a vuruldum. 1955’te Diyarbakır nasıldı bilir misiniz? Yaşınız uygun değil… Olağanüstü idi. Yaşam da çok güzeldi. (Alman profesör her akşam çiğ köfte ile rakı içerdi.) 7-8 sene önce onlara neredeyse yalvardım, gelin Sur’da iyileştirme yapalım, burası cennete döner. Hele şu günlerdeki durumu içimi kanatıyor. Diyarbakır’daki Sümerbank’ı yıkıyorlardı örneğin, beni çağırıp sordular. Yıkmak yerine, benim önerimle sosyal- kültürel özeğe dönüştürdük. Bana sorduklarında “yıkmak” aptallıktır dedim. Osmanlı kiliseyi bile yıkmamış, camiye çevirmiş. Çok şükür öyle yapmış… Böyle bir anlayışla Ayasofya, Gül Cami daha birçok yapıt bugünlere dek kalmıştır. Yeniden başa dönecek olursak, 1927’de bile, mütefekkir (entelektüel) diyebileceğimiz bir kümenin dışında kimse okuma yazma bilmiyordu. Kısaca bir yerde kopukluk var, bizde şaşırıyoruz arşiv açıldıkça. İyi okumak gerekir. Halk ile kopukluk Osmanlıda idi…
- Peki bugün mimarlık arşivinin oluşturulması neden önemli?
Çünkü mimarlık, tarihi bile okuyabileceğimiz tek dal. Yapıya bakınca insanı görüyoruz. Benim yapılarımda benim tarihimi okuyabilirsiniz. Sadece benim dönemimi değil, benim yaşamımı. Orada benim neyi aradığım o dönemki yapımdan belli. Sonra bir sonraki yapımda, kendimi eleştirerek önceki yapımda yanlış bulduğumu düzeltiyorum, o da belli. Mimarlık böyle bir şey… Yetişirken deneyimledikleriniz sizi bir yere getiriyor. Geldiğiniz doğru bir yer ise, işiniz de doğru oluyor. Örneğin 43 yıl önce tasarlanan bir yapı (Türk Dil Kurumu yapısı) bugün yayımlanan mimarlık dergisinin kapağı olabiliyor. Bir yapı, yarım yüzyıl sonra bir dergide kapak olabiliyorsa bu benim tarihimdir. Yalnızca cam, beton var bu fotoğrafta… Hiç “gereç fetişizmi yok”. Bir anı anlatayım: Çağırıp, Vedat Dalokay’a göstermişler yapıyı. “ Cengiz bunu mimarlık ücretiyle mi yaptı?” diye sormuş Vedat. “Evet” demişler. “Cengiz size mimarlık ücreti ile yontu yapmış” demiş.
Ben ortaokul ve liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Sınıfları “iftihar” ile geçen birisi idim. Çünkü “iftihar mektubu” babama gitmezse okul param gelmezdi. Dergilerde çizerdim o dönemde. Örneğin geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Hakkı Devrim’in çıkardığı Panaroma dergisinde ressamdım. Severdim Hakkı beyi, bana iş çıkarırdı. Güzel yıllardı. Lise dönemim böyle dolu geçti. Eğer böyle bir dönem geçirmeseydik, şu yaşadıklarımıza 15 yıl dayanamazdı
Türkiye; birkaç yılda biterdi. Yani ortalama yüzde 3-4’ten 80-90’lara getirmek, okuma yazma oranını kolay mı? Babama annem öğretmişti yeni yazıyla sayıları, imza atmayı. Annem de 1 yıl daha okusa öğretmen olacakmış ama evlendirilmiş, o da o dönem için çok şanslı bir insan. Babama günceyi ben okurdum.
- Siz yerel ile moderni bir arada en iyi kullananlardansınız…
Yalnızca “insan” yönlerini alırsanız böyle oluyor. 1959 mezunuyum, buradan Almanya’ya Münih’teki okula gidince, beni sınav ile aldılar. Burada okuduğum sınıfları geçerli saydılar. Bu ilk kez oluyordu. Olağan durumda, Türkiye’deki eğitimi geçerli saymıyorlardı. Almanya’da birinci sınıftan başlatıyorlardı o dönemde. Çünkü kimi kişiler de Münih’teki üniversiteye mektup yazmışlardı. Örneğin Sedat Hakkı Eldem, Arif Hikmet Holtay… Dedim ya, beni sınava soktular, yıl yitirmeden sürdürdüm eğitimimi… Lisede matematik öğretmenim bugünkü Fazıl Say’ın dedesi Fazıl Say idi, çok severdi beni. Bir gün, önceden söylemeden sınav yaptı. Ben boş kağıt verdim. Benim boş sınav kâğıdıma “dokuz” yazdı imzasını attı, bana verdi. O denli severdi.
Kimi şeyleri ilkokul beşinci sınıf için İstanbul’a geldiğimde anladım. İlkokul 5’i İstanbul’da okudum ve anladım ki Denizli başka İstanbul başka. Denizli’de iki arkadaş kavga ederiz, öğretmen sınıfta beni kaldırır, yaramı gösterip anlattırır: “Efendim, yolda koşarken taşa takıldım düştüm” derim. Sonra kavga ettiğimiz arkadaşım Burhanettin’e sorar, “Sen de o taşa takıldın değil mi?” derdi. Bizim için arkadaşlık buydu. Oysa İstanbul’da benzer bir olay oldu. Okulda duvara yaslanmışım, top oynayanları izliyorum. Ayağımın önüne top geldi, ben de vurdum, top tıngır mıngır gitti kaleye girdi. Kimisi “gol” diyor, kimisi “hayır” diyor. Ben de hemen savunmaya geçip Denizli’den yeni gelmiş birisi nasıl konuşursa öyle konuştum. Hemen bunu yazıp götürdüler hocaya verdiler. O zaman anladım, demek ki İstanbul’da başka türlü oluyordu. Sözünü ettiğim matematik öğretmenimiz Fazıl Say birdenbire öldü. Ben o zaman 17-18 yaşlarımdayım, tüm cenaze törenini bana düzenlettiler. O çok etkili oldu üzerimde. Tüm İstanbul liseleri katılmıştı cenazeye, en iyi matematik betiklerinin yazarı idi çünkü. Bu ölüm beni çok etkiledi. O yıl her şeyden koptum. Bir yıl yitirdim… Almanya’da o yılı geri kazandım.
Masamda gördüğünüz bu ödül de kimilerine göre 10 yıl geç verilmiş bana. 2016 Ulusal Mimarlık Ödülleri Mimar Sinan Büyük Ödülü verildikten sonra kutlamak için her telefon açan bunu söyledi. Oysa Uluslar arası Mimar Sinan Ödülü 3 yıl önce ilk bana verildi. Uluslararası Mimar Sinan ödülü tüm Akdeniz ülkelerini kapsıyor. İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan, Tunus, Trablus, Suriye, Fas, Cezayir, Mısır, Türkiye…
- Hocam Türkçeyi çok etkin ve iyi kullanıyorsunuz…
Ortadoğu Teknik Üniversitesinden sırf dil yüzünden ayrıldım. Bir adamın düşünce ile dili koşut değilse sonuç iyi çıkmaz. Sizin İngiliz gibi İngilizce konuşmanıza gerek de yok olanak da…
- Önce Arkiv’de bir arşiviniz vardı…
Daha önce hiç bu konuşmalar yokken Pelin Derviş geldi, bana bunu önerdi, arşivinizi yapalım dedi. Daha önce Sedat Hakkı Eldem için, Turgut Cansever için yapılmıştı. Turgut Cansever’den sonra bana önerdiler. Benim kendi arşivimi yaptırmama olanak yoktu. Günün birinde bir şeylere “evet” dememek için paraca özenli yaşadım. Örneğin Sedat Hakkı Bey Profilo’ya, istedikleri bir apartman yapısı için “evet” dedi.
- Şu anda Salt araştırmanın arama motoruna adınız yazıldığında 3yüz küsur doküman ve belge ve haber çıkıyor. 1978 yılında gönderdiğiniz yeni yıl kartı bile belge olarak ortaya çıkıyor. Çok güzel bir hizmet… Hocam peki zamanın ruhuna nasıl ayak uyduruyorsunuz? Dünyada pek çok şey değişti ve değişiyor…
Bir kere dünyadaki en önemli yapıların hemen hemen hepsini gördüm. Mesela Venedik’i görmek gerekiyordu şehircilik açısından, örneğin Paris’i gördükten sonra çok şaşırdım, ne denli kötü yapılar vardı… Berlin’i gördüğümde, “bu coğrafyada nasıl yaşanır” dedim, tabi ki bunlar böyle yapılar yapacaklar dedim ve Berlin ile uyuşamayanlar öyle önemli bir grup oluşturmuşlar: Bauhaus okulu. Bauhaus çok önemli… Mies Van Der Rohe’nin öğrencisi, sonra ortağı benim hocamdı: Profesör Weber… Neufert’eüyük emeği geçen, Avrupa’nın en iyi hastane mimarı benim hocamdı: Prof Hasenflug… Zamana ayak uydurmak, bu günün anamalcı, kamu hırsızı mimarlığa uymak değil… Kimi kez zamana karşı koyabilmek…
- Hep arayış ile mi geçti?
Sanırım öyle oldu…
- Son kitabınız “Nazım Hikmet’in Mimarlığa Bakışı” hakkında biraz konuşalım mı? Beni konusu itibariyle çok şaşırttı. “Çağının çağdaşı” diyorsunuz Nazım için kitapta. Bitiriş yazınız da muhteşem.
Nazım Hikmet’i rastgele okuyorlar, oysa Nazım Hikmet uygarlık için savaşmış bir adam. İstanbul çocuğu olmasına karşın tüm Türkiye’yi temel alarak bakmayı bilmiş, bu çok önemli 1930’larda. Mustafa Kemal’i yadsımayan bir adam. Nazım Hikmet’i yalnızca “şair” olarak değerlendirmiyorum. Mimarlıkta o yıllarda en doğru şeyleri söylemiş. Kültür budur. Okuyanlar ne demek istediğimi bileceklerdir…
- Bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu zamanda babadan uçurtma istendiğinizde baba dışarıdan hazır alır getirir. Bizim zamanımızda öyle değildi. Biz çıtaları ağaçtan yontardık, zamkımız yoktu, hamurdan yapıştırıcı yapardık. Uçurtma baştan sona bizim üretimimiz olurdu…
- Şu an gerekiyor mu peki baştan sona bizim imalatımız olması, hayat da kolaylaştı, teknoloji gelişti…
Hayır gerekmiyor. Ama o gereci kullandığınızda, bir gün onu siz de Türkiye’de üreteceksiniz, üretemezseniz geri kalacaksınız diye düşünmek gerek bana göre. Çünkü sizin ulaştığınız kolaylığa yurdunuzda herkes ulaşabilmeli.
- Türkiye’nin değişen bağlamı açısından değerlendirildiğinde kendi işlerinize dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz? Hiç yaptığınız bir yapı yıkıldı mı?
Bir tek yapım yıkıldı, o da iki katlı bir yapıyı, kaçak olarak beş katlı bir otele çevrilebilmek için yıktılar. Güre’de… Deprem olduğunda kılcal çatlak bile olmadı, üstelik sıvılaşmaya olabilecek bir yerde idi. Koca bir kurul geldi depremden sonra teşekkür etmeye. Aradan 1 yıl geçti, bu adamlara bir müşteri çıktı, onlar gittiler beş tane inşaat mühendisini satın aldılar ve onlardan “yapı depreme dayanıksızdır” diye rapor aldılar, yıkım kararı çıkarttırdılar. Neden? Üç kat daha çok yapmak için. Ben bu günkü Türkiye’ye nasıl uyayım?
- Bu ara hangi proje ile ilgileniyorsunuz?
Muğla’da idim bu söyleşimizden önce… Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı’nın danışmanıyım. Bana yaptırmak istedikleri bir bölge müzesi var. Onunla ilgileniyorum. Benim çok sevdiğim bir konu. Tarihi çocuklara gerçekte olduğu gibi anlatabiliyorsunuz; somut veriler ile doğrudan doğruya… Bak Romalı gelmiş buraya onun için bu yapı yapılmış, peki bunu Romalı mimarlar mı yapmış, Romalı işçiler mi yapmış? Hayır. Bu senin Roma yönetimi dönemindeki yapın oysa. Bu çarpıtmadır. Bu açıdan çok önemli müze yapıları… Benim deneyimli olduğum bir konu.
- En aklınızda kalan zevk aldığınız yapı hangisi?
Hepsi. En son Muğla’da 38 m2 bir yer yaptık bir taş ustası ile. O evde yaşamayı seviyorum. Ne yazık ki, artık iyi taş ustası yok Türkiye’de…
- 38 m2 mi? Nasıl?
Evet. Güre’deki evim de 52 m2, üstelik duvar kalınlıkları dahil. (Cengiz Bektaş eskiz kağıdına ev planlarını çizerek anlatıyor burada) Tek oylumda tüm yaşanan döşemeler, toplam 38 m2’de oturma ve yatma bölümlerinden oluşuyor. Yatma yerinden evin tümünü yaşıyorum. Muğla’ya bu nedenle çok severek gidiyorum. Müzenin avan projesi onaylandı… Muğla çarşısının oranlarını çok seviyorum, tıpkı Diyarbakır’ın Suriçi gibi. İnanın dans eder gibi yürüyorum çarşıda. Büyük mutluluk ile…
- Hep yerel malzeme mi kullandınız?
İlk kez yabancı gereç olarak, yapıştırılmış ahşap parçalarla oluşturulmuş kirişler kullandım.
Denizli’deki otistik çocuklar için yaptığım okulda. Şimdi memleketimde ağaç kesilmesine mi göz yumayım yoksa onun yarı fiyatına mal olan yapıştırma ahşap kirişleri mi seçeyim. İkincisini seçtim.
- Hocam ofisiniz kaç kişiden oluşuyor?
Hep 6… Şimdi 70’e çıkanlar var. Bana göre onlar mimarlık yapmıyorlar, “kes yapıştır” yapıyorlar. Ben böyle yaşamayı seçtim, düşündüm ve böyle kararlar aldım. Örneğin Kuzguncuk’u seçmem de böyledir. Ben Nişantaşı’nda yaşayamam. İnanın Bodrum uçağına biner binmez garipsiyorum… Kuzguncuk benim insanlarım. Bugün ben Sinagog’da iftar açmaya gideceğim bütün Kuzguncuklular ile örneğin… Yemekler lokanta yemeği olmayacak, sinagoga gelen kadınlar yapacak yemekleri.
- Sizin zamanınızda kahraman mimarlar vardı, yani yıldız mimarlar, şimdi ise büyük ölçekteki projelerde ekip işleri oluyor. Buna nasıl bakıyorsunuz?
O büyük ölçekteki projeler Türkiye’nin ihtiyacı olan şeyler değil. Uluslar arası kapitalizmin dayattığı projeler… İlk kez ”globalleşme” sözü kullanıldığında Evrensel’de şöyle yazmıştım: Neyin globalleşmesi, paranın mı kültürün mü?
- “Mimar bir moda terzisi değildir, biçim sihirbazı değildir, insan için çalışmalıdır” diyorsunuz. Bu seneki Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü de önce insan temasıyla çıktı ortaya. Mimarlık biraz bu sosyal yöne mi evriliyor?
Hayır, hiçbir şeye evrildiği yok. Tek odak yalnızca para… Bu bize batının attığı kaçıncı kazık. Amerika karakaşı karagözü için mi Ortadoğu’da? Hayır! Yalnızca petrol alanları için…
- Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
HAYATI:
1934 Denizli doğumlu Cengiz Bektaş, orta öğrenimini İstanbul Erkek Lisesi’nde, yüksek öğrenimini DGSA Süsleme, Mimarlık Bölümleri ile Münih Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde yaptı. 1959 yılında yüksek eğitimini tamamladı.1960’ta Alman şehircilik kurslarına katıldı. Almanya’da serbest mimar olarak çalıştı. ODTÜ’ye öğretim görevlisi olarak çağrılınca, Türkiye’ye döndü. 1962-63 öğretim yılında ODTÜ İnşaat İşleri Başkanlığı, Mimarlık işliğini bir yıl yönetti. 1963’te Ankara’da Oral Vural ile birlikte kendi mimarlık işliğini kurdu. Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi örnekleri arasında sayılan yapılar gerçekleştirdi. 2 kez Ulusal Mimarlık Ödülü aldı. Akdeniz Üniversitesi (Antalya) Sosyal – Kültürel Özek yapısıyla 2001 yılında Uluslararası Aga Khan Ödülü’nü kazandı. Ankara’daki Türk Dil Kurumu yapısı, mimarlarca Cumhuriyet dönemini simgeleyen yirmi yapıdan biri sayıldı. 2014 yılında Uluslararası Mimar Sinan Ödülü ilk kez Cengiz Bektaş’a verildi. Bektaş, 2016 yılında Mimarlar Odası’nın Mimar Sinan Büyük Ödülü’nü aldı.